-Akasya,
sakin ol. Bunu konuşarak aşa…
Israrla çalan telefon yüzünden cümlesine
ara vermek zorunda kaldı Hakan. Aslında telefonun çalmasına sevinmişti. O böyle
ağlarken panik oluyor ve ne yapacağına karar veremiyordu bir türlü. Yanlış bir
şey söyleyip de Akasya’yla daha da çıkılmaz bir durumun içine girmek
istemiyordu. Zor olacaktı. Kolay değildi zaten Akasya’nın yaşadıkları. Bu kadar
kısa zamanda bu kadar çok yol alabilmiş olmasına bile seviniyordu Hakan zaten.
Bundan sonra da sabırsız davranmayacaktı. Eğer gerçekten bu kızı yanında
istiyorsa ilmek ilmek dokuması lazımdı aralarındaki ilişkiyi. Kafasından
bunları geçirirken bir yandan da telefonunu bulmaya çalışıyordu. Kanepenin
üzerinde, yastığın altında buldu sonunda.
-Efendim, Ulaş.
-Günaydın abi. Uyandınız mı?
-Yok, daha uyuyoruz Ulaş. Sana da
paralel evrenden cevap veriyorum zaten ben.
-Öff... Kahvaltıya inecek misiniz diye
soracaktım. Biz kahvaltıdan sonra kaçacağız.
-Kahvaltı… Asya inelim mi? Kahvaltıdan
sonra gidecekmiş bizimkiler.
Akasya, evet anlamında başını
sallamakla yetinmişti sadece. Hala ara ara iç çekiyordu. Ağladığını bir de
Ulaş’ın duymasını istemiyordu. Zaten Hakan’ın önünde hep salya sümüktü.
-Tamam, geliyoruz, deyip cevap
vermesini beklemeden Ulaş’ın yüzüne kapattı.
-Asya kim be?! Hakan kulağında telefon
kendi kendine konuşuyordu. Asya dedi adam yahu! Bu kızın adı Akasya değil
miydi? Asya da kim şimdi?
Masaya döndüğünde hala mırıldanıyordu
ama kimsenin dikkatini çekmemişti bu.
-Bana biraz vakit verir misin, elimi
yüzümü falan yıkayayım, dedi Akasya.
-Tabii, dedi Hakan kanepeye otururken.
Akasya hızlıca banyoya girdi. Musluğu
açıp birkaç kez yüzüne soğuk su çarptı. Ağlamaktan burnu ve gözleri kıpkırmızı
olmuştu. Yüzünü kuruladıktan sonra ince bir kat fondöten sürüp kızarıklıklarını
kapatmaya çalıştı. Sadece fondötenle de ruh gibi duracağından hafif bir makyaj
yaptı. İşini bitirdiğinde ağladığı çok belli olmuyordu. Sevindi içinden. Derin
bir iç çekip banyodan çıktı. Hakan’la yapacak oldukları konuşmayı birazcık
erteleseler ikisi de ölmezdi nasılsa. Hem şu an ikisinin de durup düşünmeye
biraz da nefeslenmeye ihtiyaçları vardı. Zira Akasya’nın hem kalbi hem de beyni
Hakan’a evet dese bile bu kez de vücudu çekimser kalıyordu. Her şeyin bu kadar
çabuk değişmesini anlamlandıramıyordu bir türlü. Hakan onu istiyordu. Onun da
aklı ve kalbi Hakan’la dolmaya başlamıştı. Onun evine girdiğinden beri
neredeyse eski Akasya’dan eser yoktu ama kendine dönüp baktığında… Vücuduna
baktığında, hiç geçmeyecekmiş gibi duran morluklara aslında onun ne olduğunu
her seferinde yüzüne bir tokat gibi vuruyordu. Boğazından aşağıya kezzap
dökülüyormuş gibi yanıyordu içi. Ya Hakan onu bu yaşadıkları yüzünden suçlarsa,
ya hiç kurtulamazsa kâbuslarından?!
-Akasya, hazırsan çıkalım mı?
-Hıı… Tamam, pardon dalmışım, çıkalım
hadi. Çok acıktım.
Odanın kapısını açıp Akasya’nın geçmesi
için kenara çekilirken hafiften bir gülümseme belirmişti dudaklarında. Bu kızın
sabahları “çok aç” olmasına alışmaya başlamıştı yavaş yavaş. Daha geceden sabah
kahvaltıda ne yesem diye düşünüyordu sanırım. Akasya asansöre doğru ilerlerken
odanın kapısını çekip onu takip etti. İkisi de konuşmuyordu. Hakan bir süre
sessiz kalmaya karar verdi. Daha fazla ısrarcı olup onu zorlamayacaktı.
Akasya’nın sadece emin olmaya ihtiyacı vardı. Bunun için de kendine ve Hakan’a
güvenmesi gerekiyordu. Bu da zamanla olacak bir şeydi. Şimdi gidecekler ve
güzelce kahvaltılarını yapacaklardı. Zaten herkes gittikten sonra konuşacak
koca bir günleri vardı. Fırtına kopacakmış gibi hissetse de Hakan, bugün bir
şeyleri yoluna koymadan İstanbul’a dönmemeye söz verdi kendi kendine.
Güzel bir kahvaltı yaptıktan sonra
Akasya ve Hakan haricindeki herkes ayrıldı. Hakan onlara birkaç saat daha
kalacaklarını söylemişti yalnızca. Geceyi burada geçireceklerini bilmelerine
gerek yoktu. Gerçi şu durumda Akasya’nın hala kalıp kalmamak istediğini de
bilmiyordu ya…
İkisi de sessizdi ve ne yapacaklarına
karar veremiyorlarmış gibiydi. Uzadıkça uzuyordu aralarında oluşan sessizlik.
Aynı anda konuşmaya başladılar daha fazla sessizliğe dayanamayıp:
-Biraz yürümek ister misin? diye sordu
Hakan.
-Odaya çıkalım mı? dedi Akasya.
Güldü ikisi de. Yine aynı anda:
-Tamam, dediler. Bu kez kahkaha
atıyorlardı. Biraz sakinleşince Hakan konuştu:
-Hangisi?
-Odaya çıkalım.
-Hadi o zaman.
Masadan kalkınca Akasya’nın yanına
geldi Hakan ve elini tuttu. Gözlerini kocaman açmış, şaşkın şaşkın bakıyordu
Akasya ama Hakan umursamadı. Yürümeye başladığında Akasya arkasında hala olduğu
yerde kocaman gözleriyle duruyordu. Dönüp baktı:
-Asya, bakma bana öyle. Dün gece bana
“evet” dedin ve bundan sonraki hiçbir itirazını kabul etmiyorum. Konuşacağız
her şeyi, en ince ayrıntısına kadar hem de. Pişman olmak ve vazgeçmek için çok
geç güzelim!
Akasya, şaşkınlıktan bir balık gibi
ağzını açıp kapatıyor ama hiçbir ses çıkaramıyordu. Hakan’ın bu davranışı da
neydi böyle?! Sanki sabahki konuşmalar hiç olmamış gibi davranıyordu.
Hakan, Akasya’nın şaşkınlığından
faydalanıp onu çekiştire çekiştire odaya götürmeye başladı. Odaya girdiklerinde
gidip yatağa oturdu Hakan. Sırtını yatak başlığına dayayıp iyice yerleştikten
sonra;
-Gelsene Akasya, dedi.
Akasya hala şaşkın şaşkın bakmayı
sürdürüyordu. Hakan’ın ne yaptığına anlam veremiyormuş gibiydi.
-Hakan, diyebildi sadece.
“Allah’ım, çok güzel!” diye düşündü Hakan
hafifçe gülümserken.
-Asya…
Gel canım yanıma, dedi bu kez de. Elini de yanında boş kalan yere pat pat
vurdu.
-Konuşacaktık…
Daha
fazla dayanamayıp ayaklandı genç adam. Akasya’nın yanına kadar gidip onu yatağa
doğru yönlendirdi. Kendisi de öbür taraftan dolanıp eski yerine oturdu ve
Akasya’yı kendine doğru çekerken konuşmaya başladı.
-Konuşacağız.
-Tamam,
diyebildi Akasya. Ona bu kadar yakın olmak onu heyecanlandırmıştı. Bir süre
sessizce oturduktan sonra Hakan, Akasya’yı kendine doğru döndürdü ve gözlerine
bakmasını sağladı.
-Neydi
o sabahki halin öyle? diye sordu. Hemen bulutlanmıştı Akasya’nın yeşil gözleri.
Hakan fark etmesin diye gözlerini kaçırmıştı ama çoktan fark etmişti onu adam.
Bak bana canım, neden ağladın öyle? Canım, bebeğim, güzelim demem seni çok mu
rahatsız ediyor?
-Korkuyorum…
-O
adam sana böyle mi sesleniyordu?
Başını
salladı Akasya, sesi yine içine kaçmış, dilinden sözcükler dökülmüyordu. Hakan
onu kendi çekip sarmaladı.
-Peki,
sana kendimi anlatırsam ve benim kötü biri olmadığıma inanırsan, o zaman da
korkuyor olacak mısın? Yine kaçacak mısın benden?
Hayır
anlamında başını salladı bu kez de Akasya. Gülümsedi Hakan yeniden. Küçücük bir
kız çocuğuydu şimdi kollarının arasındaki kız. Eğer yaralarını sarıp sarmalarsa
ona kendini açacaktı. Yeter ki kendini güvende ve rahat hissedeceği bir ortam
olsun. Dün gece her şey çok iyiydi. Sadece Hakan’ın bilmesi gerekiyordu. Akasya
ne yaşadıysa, ne canını yaktıysa bilmesi gerekiyordu. Onun da onunla birlikte
üzülüp, sonra iyileşmesi gerekiyordu.
-Hımm…
Neresinden başlasam. Kendimi de hiç anlatmayı beceremem. Hadi sen sor, ben
cevaplayayım.
Yine
sırtını başlığa yaslamış, Akasya’yı da kendine doğru çekmişti. Sırtı, Hakan’ın
göğsüne değiyordu kızın. Hakan’ın göğsünden sırtına yayılan sıcaklık sırtının
uyuşmasına sebep olsa da aklını toplamaya çalışarak kafasındaki soruları
tarttı. En çok neyi bilmek istiyordu. Aslında her şeyi. En başından başlamaya
karar verdi.
-Doğumundan
itibaren her şeyi anlatır mısın?
-Her
şeyi mi? Bu biraz uzun sürebilir ama, dedi Hakan, Akasya’nın başına bir öpücük
kondururken.
-Olsun.
Anlat sen.
-Tamam
canım.
Derin
bir nefes aldı Akasya. Gerildiğini fark etmişti Hakan. Bu kadar çok etkisi
olduğunu düşünmemişti daha önce. Fark etmemiş gibi davranmaya karar verdi.
Akasya’yı buna alıştırması lazımdı.
-İstanbulluyum
doğma büyüme. 16 Ocak 1985’te doğdum. Babamın şeker ve tekstil fabrikaları
vardı. Ben 5-6 yaşlarındayken babam siyasete atıldı ve milletvekilliği yaptı.
Küçük olduğum için çok iyi hatırlayamıyorum ama annemin anlattığı kadarıyla bir
seçim zamanı Urfa’ya giderken trafik kazası geçirip öldü.
-Benim
babam gibi…
-Üzgünüm
canım, derken yine başına bir öpücük kondurmuştu. Bu kez tepki vermemişti ama
Akasya “canım” kelimesine. Olacaktı. Zamanla tabii.
-Sonra?
-Sonra
annem devraldı işleri. Annem ev hanımıydı ve doğal olarak anlamıyordu o işlerden.
O yüzden avukatlarımızla konuşup fabrikaları devretme kararı aldı. Gelen
paralarla da bir sürü dükkân ve daire satın aldı. Bence çok akıllıca bir
karardı bu. Çünkü annem ömrü boyunca hiç çalışmamış bir kadındı ve eğer
fabrikaların başında durmaya devam ederse işler kötüye gidebilirdi. Teklemeler
başlamıştı zaten yanlış verdiği birkaç karar yüzünden. Ama aldığı dükkân ve
dairelerin kiralarıyla hiç zorlanmadan geçimimizi sürdürdük. Babam öldükten
sonra kaldığımız evden taşınıp, şu an yaşadığım eve geldik. Annem orasının iki
kişi için çok büyük olduğunu söylüyordu hep. Ama bence babamı hatırlattığı için
taşındık. Sonra o evi sattı annem. Açıkçası ben babamın işinin ne kadar büyük
olduğunu bilmiyordum. Gelirimizin de… Ama şu an hiç çalışmadan yaşayabilecek kadar
çok gelirimin olduğunu ve banka hesaplarımda da yüklü miktarların olduğunu
biliyorum. Gerçi birçoğuyla avukatlarım ve muhasebecilerim ilgileniyor. Ben
sadece ayda iki kere toplantıya katılıyorum.
-Ama
öğretmenlik?!
-Annemin
tek isteğiydi üniversite okumam. Paramız var diye şımarık yetişmemi istememişti
hiç. Annemi yalnız bırakmamak için İstanbul dışı hiç yazmamıştım. Aslında ne
okumak istediğimi de bilmiyordum. Puanıma göre yazdım ne yazdıysam. Bu bölüm
geldi. Ben de okumaya başladım. Sonra da sevdim. Hatta çok sevdim diyebiliriz.
-Annen…
-Annem kanserden öldü canım. Kan
kanseriydi. Çok mücadele ettik ama dayanamadı.
-Üzgünüm. Özür dilerim. Seni üzmek
istemezdim.
-Üzülme, artık alışmaya başladım
yokluğuna. Eee, başka soru?
-Hımm… Zenginsin sen şimdi yani…
-Eee… Sanırım bu bir soru değil ama
evet fena sayılmaz durumum.
-Son ilişkinden sonra bir daha ciddi
bir ilişkin olmadı.
-Cık. Olmadı.
-En yakın arkadaşlarınla tanıştım.
-Aslında tanışmadın. Yani tamam
çocuklar da benim yakın arkadaşlarım da aslında en yakın arkadaşım, kardeşim
aslında kuzenim Mehmet.
-Mehmet?
-Evet, hatta o da doktor. Amcamın oğlu.
Bir arada büyüdük ve ne gariptir ki o da ailesini trafik kazasında kaybetti.
Nişanlısı vardı. Adı Çiğdem. Ailesi öldükten sonra onu terk etti birdenbire.
İzini falan kaybettirdi. Sonradan öğrendik ki Amerika’ya yerleşmiş. Sonra da
evlendiği haberini aldık zaten. Mehmet’ten evlenmek istemiyorum, kariyer
yapacağım diye ayrılan kız bir yıl geçmeden evlendi orada. Gelip bir de
Türkiye’ye Mehmet’in burnunun dibine yerleşti. Mehmet yıkıldı tabii. Atlatamadı
tüm bunları. Tam bir işkolik oldu çıktı başıma. Tam düzelmeye başlamıştı ki
Amerika’dan bir teklif geldi üzerinde çalıştığı konuyla ilgili. Çekti gitti
Amerika’ya, 5 yıldır orada yaşıyor. Ama sık sık konuşuyoruz. Yakın bir zamanda
Türkiye’ye gelecek o çalıştığı konunun sunumunu yapmak için.
-Ne üzerine çalışıyor?
-Kök hücreyle ilgili bir şeyler. Ben
anlamıyorum hiç. Bilirsin belki. Mehmet Artaç adı.
-Bir dakika bir dakika. Sen hangi
Mehmet Artaç’dan bahsediyorsun? Hani şu makaleleri yayınlanan, bir sürü
başarıya imza atan genç doktor Mehmet Artaç mı?
-Ta kendisi.
-İnanmıyorum! Akasya’nın gözleri yine
kocaman açılmış çipil çipil bakıyordu.
Hakan onu böyle görünce kahkaha attı
resmen.
-Seni bu kadar heyecanlandıracağını
bilseydim daha önceden anlatırdım kuzenimi, dedi.
-Yok. Şey… Ben onun bir numaralı
hayranıyım da. Yani o benim idolüm. Ben de kök hücre çalışmaları yapmak
istiyorum. Ama nasıl bir yol izlemem gerektiğine karar veremiyorum bir türlü.
-Hımm… Anladım. E, geldiğinde
konuşursunuz işte. O seni yönlendirir.
-Tamam.
-Başka sorun var mı?
-Iıı… Şimdilik yok. Aklıma geldikçe
sorarım.
-Anlaştık.
-Aslında var.
-Bekliyorum beb… Yutkundu kelimesini
tamamlamadan. “Canım”a alıştırmadan “bebeğim”e geçmemeliydi. “Bekliyorum.” Diye
yineledi sözünü.
-Alışkanlıkların ve nelerden
hoşlanırsın?
-Bir bakalım… Sabahları kalktığımda
uyanabilmek için filtre kahvemi içmem lazım mutlaka. Kahve makinem evimin baş
tacı diyebilirim. Öğrencilerle birlikte okulda olmayı çok seviyorum. Mehmet hem
en yakın arkadaşım hem de kuzenim. Aynı zamanda sırdaşım. Fotoğrafla
ilgileniyorum ben de ama çok değil. Yürüyüş yapmayı çok severim. Oldukça geniş
olduğunu düşündüğüm bir film arşivim var. Star Wars’ı defalarca kez izledim.
Yemek yapmayı çok severim. Arada sırada kafama eser; ya şehir dışına ya da yurt
dışına bir yerlere kaçarım. Iıı.. Şimdilik bu kadar sanırım. Başka soru?
-Şimdilik benden de bu kadar, dedi
gülerek. Gülünce gamzeleri ortaya çıkmıştı. Hakan’ın kalbi yine deli gibi
çarpmaya başlamıştı. Bu kız bir gülüşüyle bile onu bu hale getirebiliyorsa
ilerisini düşünemiyordu. Sol yanağındaki gamzesini okşarken:
-Çok güzelsin, çok güzel gülüyorsun,
dedi dayanamayarak.
-Hakan, dedi Akasya. Önce yine şaşkın
ve çipil çipil gözlerle bakmış sonra da suratı kıpkırmızı olmuştu.
-Şiişş… Utanılacak bir şey yok bunda.
Ama Akasya hala başını yerden
kaldırmıyordu. Suratı da kıpkırmızıydı. Hakan gülmemek için kendisi sıkıyordu.
Ne kadar da masumdu. Yüzünü saklayabilmek için Hakan’ın göğsüne gömmüştü
Akasya. Hakan için ise o an dünya durabilirdi aslında. Hiç önemi yoktu. Akasya,
tam da olmasını istediği yerde iyice kendisine sokulmuş; hem kendisinden
utanıyor hem de yine ona sığınıyordu.
-Bunları sana her gün söyleyeceğim.
Hatta daha güzellerini, dedi kulağına. Akasya ise daha da kızardı. Nefesini de
tutmuş bırakmıyordu. Biraz daha böyle durursa boğulacağını düşündü. Kızın o
halini fark eden Hakan:
-Hadi biraz yürüyelim, dedi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder