Okuyucuma!



Sağlam dişler, bir de sağlam mide-

Budur dileğim senin için!

Sindirebildinse kitabımı,

Barıştı demektir benimle yıldızın!



Nietzsche



Tecavüz (Akasya) - 8. Bölüm

-Akasya, sakin ol. Bunu konuşarak aşa…
         Israrla çalan telefon yüzünden cümlesine ara vermek zorunda kaldı Hakan. Aslında telefonun çalmasına sevinmişti. O böyle ağlarken panik oluyor ve ne yapacağına karar veremiyordu bir türlü. Yanlış bir şey söyleyip de Akasya’yla daha da çıkılmaz bir durumun içine girmek istemiyordu. Zor olacaktı. Kolay değildi zaten Akasya’nın yaşadıkları. Bu kadar kısa zamanda bu kadar çok yol alabilmiş olmasına bile seviniyordu Hakan zaten. Bundan sonra da sabırsız davranmayacaktı. Eğer gerçekten bu kızı yanında istiyorsa ilmek ilmek dokuması lazımdı aralarındaki ilişkiyi. Kafasından bunları geçirirken bir yandan da telefonunu bulmaya çalışıyordu. Kanepenin üzerinde, yastığın altında buldu sonunda.
         -Efendim, Ulaş.
         -Günaydın abi. Uyandınız mı?
         -Yok, daha uyuyoruz Ulaş. Sana da paralel evrenden cevap veriyorum zaten ben.
         -Öff... Kahvaltıya inecek misiniz diye soracaktım. Biz kahvaltıdan sonra kaçacağız.
         -Kahvaltı… Asya inelim mi? Kahvaltıdan sonra gidecekmiş bizimkiler.
         Akasya, evet anlamında başını sallamakla yetinmişti sadece. Hala ara ara iç çekiyordu. Ağladığını bir de Ulaş’ın duymasını istemiyordu. Zaten Hakan’ın önünde hep salya sümüktü.
         -Tamam, geliyoruz, deyip cevap vermesini beklemeden Ulaş’ın yüzüne kapattı.
         -Asya kim be?! Hakan kulağında telefon kendi kendine konuşuyordu. Asya dedi adam yahu! Bu kızın adı Akasya değil miydi? Asya da kim şimdi?
         Masaya döndüğünde hala mırıldanıyordu ama kimsenin dikkatini çekmemişti bu.

         -Bana biraz vakit verir misin, elimi yüzümü falan yıkayayım, dedi Akasya.
         -Tabii, dedi Hakan kanepeye otururken.
         Akasya hızlıca banyoya girdi. Musluğu açıp birkaç kez yüzüne soğuk su çarptı. Ağlamaktan burnu ve gözleri kıpkırmızı olmuştu. Yüzünü kuruladıktan sonra ince bir kat fondöten sürüp kızarıklıklarını kapatmaya çalıştı. Sadece fondötenle de ruh gibi duracağından hafif bir makyaj yaptı. İşini bitirdiğinde ağladığı çok belli olmuyordu. Sevindi içinden. Derin bir iç çekip banyodan çıktı. Hakan’la yapacak oldukları konuşmayı birazcık erteleseler ikisi de ölmezdi nasılsa. Hem şu an ikisinin de durup düşünmeye biraz da nefeslenmeye ihtiyaçları vardı. Zira Akasya’nın hem kalbi hem de beyni Hakan’a evet dese bile bu kez de vücudu çekimser kalıyordu. Her şeyin bu kadar çabuk değişmesini anlamlandıramıyordu bir türlü. Hakan onu istiyordu. Onun da aklı ve kalbi Hakan’la dolmaya başlamıştı. Onun evine girdiğinden beri neredeyse eski Akasya’dan eser yoktu ama kendine dönüp baktığında… Vücuduna baktığında, hiç geçmeyecekmiş gibi duran morluklara aslında onun ne olduğunu her seferinde yüzüne bir tokat gibi vuruyordu. Boğazından aşağıya kezzap dökülüyormuş gibi yanıyordu içi. Ya Hakan onu bu yaşadıkları yüzünden suçlarsa, ya hiç kurtulamazsa kâbuslarından?!
         -Akasya, hazırsan çıkalım mı?
         -Hıı… Tamam, pardon dalmışım, çıkalım hadi. Çok acıktım.
         Odanın kapısını açıp Akasya’nın geçmesi için kenara çekilirken hafiften bir gülümseme belirmişti dudaklarında. Bu kızın sabahları “çok aç” olmasına alışmaya başlamıştı yavaş yavaş. Daha geceden sabah kahvaltıda ne yesem diye düşünüyordu sanırım. Akasya asansöre doğru ilerlerken odanın kapısını çekip onu takip etti. İkisi de konuşmuyordu. Hakan bir süre sessiz kalmaya karar verdi. Daha fazla ısrarcı olup onu zorlamayacaktı. Akasya’nın sadece emin olmaya ihtiyacı vardı. Bunun için de kendine ve Hakan’a güvenmesi gerekiyordu. Bu da zamanla olacak bir şeydi. Şimdi gidecekler ve güzelce kahvaltılarını yapacaklardı. Zaten herkes gittikten sonra konuşacak koca bir günleri vardı. Fırtına kopacakmış gibi hissetse de Hakan, bugün bir şeyleri yoluna koymadan İstanbul’a dönmemeye söz verdi kendi kendine.
         Güzel bir kahvaltı yaptıktan sonra Akasya ve Hakan haricindeki herkes ayrıldı. Hakan onlara birkaç saat daha kalacaklarını söylemişti yalnızca. Geceyi burada geçireceklerini bilmelerine gerek yoktu. Gerçi şu durumda Akasya’nın hala kalıp kalmamak istediğini de bilmiyordu ya…
         İkisi de sessizdi ve ne yapacaklarına karar veremiyorlarmış gibiydi. Uzadıkça uzuyordu aralarında oluşan sessizlik. Aynı anda konuşmaya başladılar daha fazla sessizliğe dayanamayıp:
         -Biraz yürümek ister misin? diye sordu Hakan.
         -Odaya çıkalım mı? dedi Akasya.
         Güldü ikisi de. Yine aynı anda:
         -Tamam, dediler. Bu kez kahkaha atıyorlardı. Biraz sakinleşince Hakan konuştu:
         -Hangisi?
         -Odaya çıkalım.
         -Hadi o zaman.
         Masadan kalkınca Akasya’nın yanına geldi Hakan ve elini tuttu. Gözlerini kocaman açmış, şaşkın şaşkın bakıyordu Akasya ama Hakan umursamadı. Yürümeye başladığında Akasya arkasında hala olduğu yerde kocaman gözleriyle duruyordu. Dönüp baktı:
         -Asya, bakma bana öyle. Dün gece bana “evet” dedin ve bundan sonraki hiçbir itirazını kabul etmiyorum. Konuşacağız her şeyi, en ince ayrıntısına kadar hem de. Pişman olmak ve vazgeçmek için çok geç güzelim!
         Akasya, şaşkınlıktan bir balık gibi ağzını açıp kapatıyor ama hiçbir ses çıkaramıyordu. Hakan’ın bu davranışı da neydi böyle?! Sanki sabahki konuşmalar hiç olmamış gibi davranıyordu.
         Hakan, Akasya’nın şaşkınlığından faydalanıp onu çekiştire çekiştire odaya götürmeye başladı. Odaya girdiklerinde gidip yatağa oturdu Hakan. Sırtını yatak başlığına dayayıp iyice yerleştikten sonra;
         -Gelsene Akasya, dedi.
         Akasya hala şaşkın şaşkın bakmayı sürdürüyordu. Hakan’ın ne yaptığına anlam veremiyormuş gibiydi.    
         -Hakan, diyebildi sadece.
 “Allah’ım, çok güzel!” diye düşündü Hakan hafifçe gülümserken.
-Asya… Gel canım yanıma, dedi bu kez de. Elini de yanında boş kalan yere pat pat vurdu.
-Konuşacaktık…
Daha fazla dayanamayıp ayaklandı genç adam. Akasya’nın yanına kadar gidip onu yatağa doğru yönlendirdi. Kendisi de öbür taraftan dolanıp eski yerine oturdu ve Akasya’yı kendine doğru çekerken konuşmaya başladı.
-Konuşacağız.
-Tamam, diyebildi Akasya. Ona bu kadar yakın olmak onu heyecanlandırmıştı. Bir süre sessizce oturduktan sonra Hakan, Akasya’yı kendine doğru döndürdü ve gözlerine bakmasını sağladı.
-Neydi o sabahki halin öyle? diye sordu. Hemen bulutlanmıştı Akasya’nın yeşil gözleri. Hakan fark etmesin diye gözlerini kaçırmıştı ama çoktan fark etmişti onu adam. Bak bana canım, neden ağladın öyle? Canım, bebeğim, güzelim demem seni çok mu rahatsız ediyor?
-Korkuyorum…
-O adam sana böyle mi sesleniyordu?
Başını salladı Akasya, sesi yine içine kaçmış, dilinden sözcükler dökülmüyordu. Hakan onu kendi çekip sarmaladı.
-Peki, sana kendimi anlatırsam ve benim kötü biri olmadığıma inanırsan, o zaman da korkuyor olacak mısın? Yine kaçacak mısın benden?
Hayır anlamında başını salladı bu kez de Akasya. Gülümsedi Hakan yeniden. Küçücük bir kız çocuğuydu şimdi kollarının arasındaki kız. Eğer yaralarını sarıp sarmalarsa ona kendini açacaktı. Yeter ki kendini güvende ve rahat hissedeceği bir ortam olsun. Dün gece her şey çok iyiydi. Sadece Hakan’ın bilmesi gerekiyordu. Akasya ne yaşadıysa, ne canını yaktıysa bilmesi gerekiyordu. Onun da onunla birlikte üzülüp, sonra iyileşmesi gerekiyordu.
-Hımm… Neresinden başlasam. Kendimi de hiç anlatmayı beceremem. Hadi sen sor, ben cevaplayayım.
Yine sırtını başlığa yaslamış, Akasya’yı da kendine doğru çekmişti. Sırtı, Hakan’ın göğsüne değiyordu kızın. Hakan’ın göğsünden sırtına yayılan sıcaklık sırtının uyuşmasına sebep olsa da aklını toplamaya çalışarak kafasındaki soruları tarttı. En çok neyi bilmek istiyordu. Aslında her şeyi. En başından başlamaya karar verdi.
-Doğumundan itibaren her şeyi anlatır mısın?
-Her şeyi mi? Bu biraz uzun sürebilir ama, dedi Hakan, Akasya’nın başına bir öpücük kondururken.
-Olsun. Anlat sen.
-Tamam canım.
Derin bir nefes aldı Akasya. Gerildiğini fark etmişti Hakan. Bu kadar çok etkisi olduğunu düşünmemişti daha önce. Fark etmemiş gibi davranmaya karar verdi. Akasya’yı buna alıştırması lazımdı.
-İstanbulluyum doğma büyüme. 16 Ocak 1985’te doğdum. Babamın şeker ve tekstil fabrikaları vardı. Ben 5-6 yaşlarındayken babam siyasete atıldı ve milletvekilliği yaptı. Küçük olduğum için çok iyi hatırlayamıyorum ama annemin anlattığı kadarıyla bir seçim zamanı Urfa’ya giderken trafik kazası geçirip öldü.
-Benim babam gibi…
-Üzgünüm canım, derken yine başına bir öpücük kondurmuştu. Bu kez tepki vermemişti ama Akasya “canım” kelimesine. Olacaktı. Zamanla tabii.
-Sonra?
-Sonra annem devraldı işleri. Annem ev hanımıydı ve doğal olarak anlamıyordu o işlerden. O yüzden avukatlarımızla konuşup fabrikaları devretme kararı aldı. Gelen paralarla da bir sürü dükkân ve daire satın aldı. Bence çok akıllıca bir karardı bu. Çünkü annem ömrü boyunca hiç çalışmamış bir kadındı ve eğer fabrikaların başında durmaya devam ederse işler kötüye gidebilirdi. Teklemeler başlamıştı zaten yanlış verdiği birkaç karar yüzünden. Ama aldığı dükkân ve dairelerin kiralarıyla hiç zorlanmadan geçimimizi sürdürdük. Babam öldükten sonra kaldığımız evden taşınıp, şu an yaşadığım eve geldik. Annem orasının iki kişi için çok büyük olduğunu söylüyordu hep. Ama bence babamı hatırlattığı için taşındık. Sonra o evi sattı annem. Açıkçası ben babamın işinin ne kadar büyük olduğunu bilmiyordum. Gelirimizin de… Ama şu an hiç çalışmadan yaşayabilecek kadar çok gelirimin olduğunu ve banka hesaplarımda da yüklü miktarların olduğunu biliyorum. Gerçi birçoğuyla avukatlarım ve muhasebecilerim ilgileniyor. Ben sadece ayda iki kere toplantıya katılıyorum.
-Ama öğretmenlik?!
-Annemin tek isteğiydi üniversite okumam. Paramız var diye şımarık yetişmemi istememişti hiç. Annemi yalnız bırakmamak için İstanbul dışı hiç yazmamıştım. Aslında ne okumak istediğimi de bilmiyordum. Puanıma göre yazdım ne yazdıysam. Bu bölüm geldi. Ben de okumaya başladım. Sonra da sevdim. Hatta çok sevdim diyebiliriz.
         -Annen…
         -Annem kanserden öldü canım. Kan kanseriydi. Çok mücadele ettik ama dayanamadı.
         -Üzgünüm. Özür dilerim. Seni üzmek istemezdim.
         -Üzülme, artık alışmaya başladım yokluğuna. Eee, başka soru?
         -Hımm… Zenginsin sen şimdi yani…
         -Eee… Sanırım bu bir soru değil ama evet fena sayılmaz durumum.
         -Son ilişkinden sonra bir daha ciddi bir ilişkin olmadı.
         -Cık. Olmadı.
         -En yakın arkadaşlarınla tanıştım.
         -Aslında tanışmadın. Yani tamam çocuklar da benim yakın arkadaşlarım da aslında en yakın arkadaşım, kardeşim aslında kuzenim Mehmet.
         -Mehmet?
         -Evet, hatta o da doktor. Amcamın oğlu. Bir arada büyüdük ve ne gariptir ki o da ailesini trafik kazasında kaybetti. Nişanlısı vardı. Adı Çiğdem. Ailesi öldükten sonra onu terk etti birdenbire. İzini falan kaybettirdi. Sonradan öğrendik ki Amerika’ya yerleşmiş. Sonra da evlendiği haberini aldık zaten. Mehmet’ten evlenmek istemiyorum, kariyer yapacağım diye ayrılan kız bir yıl geçmeden evlendi orada. Gelip bir de Türkiye’ye Mehmet’in burnunun dibine yerleşti. Mehmet yıkıldı tabii. Atlatamadı tüm bunları. Tam bir işkolik oldu çıktı başıma. Tam düzelmeye başlamıştı ki Amerika’dan bir teklif geldi üzerinde çalıştığı konuyla ilgili. Çekti gitti Amerika’ya, 5 yıldır orada yaşıyor. Ama sık sık konuşuyoruz. Yakın bir zamanda Türkiye’ye gelecek o çalıştığı konunun sunumunu yapmak için.
         -Ne üzerine çalışıyor?
         -Kök hücreyle ilgili bir şeyler. Ben anlamıyorum hiç. Bilirsin belki. Mehmet Artaç adı.
         -Bir dakika bir dakika. Sen hangi Mehmet Artaç’dan bahsediyorsun? Hani şu makaleleri yayınlanan, bir sürü başarıya imza atan genç doktor Mehmet Artaç mı?
         -Ta kendisi.
         -İnanmıyorum! Akasya’nın gözleri yine kocaman açılmış çipil çipil bakıyordu.
         Hakan onu böyle görünce kahkaha attı resmen.
         -Seni bu kadar heyecanlandıracağını bilseydim daha önceden anlatırdım kuzenimi, dedi.
         -Yok. Şey… Ben onun bir numaralı hayranıyım da. Yani o benim idolüm. Ben de kök hücre çalışmaları yapmak istiyorum. Ama nasıl bir yol izlemem gerektiğine karar veremiyorum bir türlü.
         -Hımm… Anladım. E, geldiğinde konuşursunuz işte. O seni yönlendirir.
         -Tamam.
         -Başka sorun var mı?
         -Iıı… Şimdilik yok. Aklıma geldikçe sorarım.
         -Anlaştık.
         -Aslında var.
         -Bekliyorum beb… Yutkundu kelimesini tamamlamadan. “Canım”a alıştırmadan “bebeğim”e geçmemeliydi. “Bekliyorum.” Diye yineledi sözünü.
         -Alışkanlıkların ve nelerden hoşlanırsın?
         -Bir bakalım… Sabahları kalktığımda uyanabilmek için filtre kahvemi içmem lazım mutlaka. Kahve makinem evimin baş tacı diyebilirim. Öğrencilerle birlikte okulda olmayı çok seviyorum. Mehmet hem en yakın arkadaşım hem de kuzenim. Aynı zamanda sırdaşım. Fotoğrafla ilgileniyorum ben de ama çok değil. Yürüyüş yapmayı çok severim. Oldukça geniş olduğunu düşündüğüm bir film arşivim var. Star Wars’ı defalarca kez izledim. Yemek yapmayı çok severim. Arada sırada kafama eser; ya şehir dışına ya da yurt dışına bir yerlere kaçarım. Iıı.. Şimdilik bu kadar sanırım. Başka soru?
         -Şimdilik benden de bu kadar, dedi gülerek. Gülünce gamzeleri ortaya çıkmıştı. Hakan’ın kalbi yine deli gibi çarpmaya başlamıştı. Bu kız bir gülüşüyle bile onu bu hale getirebiliyorsa ilerisini düşünemiyordu. Sol yanağındaki gamzesini okşarken:
         -Çok güzelsin, çok güzel gülüyorsun, dedi dayanamayarak.
         -Hakan, dedi Akasya. Önce yine şaşkın ve çipil çipil gözlerle bakmış sonra da suratı kıpkırmızı olmuştu.
         -Şiişş… Utanılacak bir şey yok bunda.
         Ama Akasya hala başını yerden kaldırmıyordu. Suratı da kıpkırmızıydı. Hakan gülmemek için kendisi sıkıyordu. Ne kadar da masumdu. Yüzünü saklayabilmek için Hakan’ın göğsüne gömmüştü Akasya. Hakan için ise o an dünya durabilirdi aslında. Hiç önemi yoktu. Akasya, tam da olmasını istediği yerde iyice kendisine sokulmuş; hem kendisinden utanıyor hem de yine ona sığınıyordu.
         -Bunları sana her gün söyleyeceğim. Hatta daha güzellerini, dedi kulağına. Akasya ise daha da kızardı. Nefesini de tutmuş bırakmıyordu. Biraz daha böyle durursa boğulacağını düşündü. Kızın o halini fark eden Hakan:
         -Hadi biraz yürüyelim, dedi.


Hiç yorum yok: