Nasılsın, iyi misin?
Hala izimi sürüyor musun?
Öykümsüleri, arada bir pesimist söylemleri, şiir kırmaları, sövgüler ve es noktaları...
Okuyucuma!
Sağlam dişler, bir de sağlam mide-
Budur dileğim senin için!
Sindirebildinse kitabımı,
Barıştı demektir benimle yıldızın!
Nietzsche
Ela
Her
gün bir sürü insanla birlikte olurum ben. Kimisiyle kısa kimisiyle uzun. Kimisi
beş dakikalığına gelir bana kimi yarım saatliğine.
Bazıları
hiç konuşmaz bazıları da hiç susmaz. Anlatır da anlatır. Kimi azarlar kimi de
hak verir.
Kimi
beş dakika fazla bekledi diye kızar kimi de tam vermek yerine öğrenci vermek
için çabalar. Evet, minibüs şoförüyüm ben. Her gün bir sürü insanla birlikte
bir aşağı bir yukarı arşınlarız bu küçük şehri. Bazılarını tanırım uzun
zamandır burada yaşadığımdan bazılarını da ilk kez görürüm çoğu zaman.
En
çok da öğrencilere aşina ve yabancıdır gözlerim. Mesela Ela…
Ela
üniversite öğrencisi. Son sınıfta. Birinci sınıftan beri minibüse binip okula
gider. Güzelce bir kız. Kumral saçları, adı gibi ela gözleri var. Teni pürüzsüz,
bembeyaz. Birinci sınıftan beri gözümün içine bakıp durur. Okuldan eve diye
bindiğinde tüm minibüsün paralarını toplar, getirir. Eli elime değsin diye
uğraşır. İlla gelir arkamdaki koltuğa oturur. Kokumu içine çeker hep. Aynadan görürüm.
Ellerime bakar bir de. Yüzük mü kolluyor diye düşünürüm hep. Bir işaret…
Biliyorum,
benden bir işaret bekliyor. Öyle güzel ki… İpek gibi saçları, süt gibi teni…
Arasam bulamam öylesini. Ama yapamam ki. Üzerim, bilirim. Canını yakarım bu
güzelin. Annesinin babasının biriciğidir. Ben nasıl kıyayım ona.
Benim
de içim gitmiyor değil hani. Bir gülsem, bir işaret versem benim olacak,
biliyorum. İstiyorum da. Ama gideceğim sonra. Bunu da biliyorum. Hep böyle
oldu. Ben biriyle yapamıyorum. Bir kişiyle olamıyorum. Çok olsun, benim olsun
ama ben istediğimde olsun istiyorum.
Şeytan
da dürtüp duruyor “bir içim su bu kız” diye. Evi son durakta. Bazen minübüste
ondan başka kimse kalmıyor. Yine gözümün içine içine bakıyor o zamanlarda. İninceye
kadar benden bir hareket bekliyor. Ben yola odaklanmaya çalışıyorum. Arada gözüm
kaymıyor değil. O ise hep bana bakıyor. Sonralara doğru, evine yaklaşırken
umudunu kesiyor sanırım. Başı önüne eğiliyor, yüzü düşüyor. “Müsait bir yerde
inebilir miyim?” diyor sonra. Aslında nerede ineceğini biliyorum. Ama o
söylemeden durursam… Onun farkında olduğumu görür. Yazık olur bu kıza ya… Of. Teşekkür
edip iniyor hep minibüsten. “İyi akşamlar!” diyorum ben de arkasından. Üzülüyorum
sonra üzdüm kızı diye. Ama biliyorum ben kendimi. Üzerim, hep üzdüm bu güne
kadar. Bu kıza yazık olur. Daha çok küçük.
Bir
daha ki sefere bana ümit beslememesini söyleyeceğim. Yazık olur…
*Fotoğran internetten alınmıştır.
Zormuş…
Zormuş… Zormuş yeniden alışmak.
Her şey darmadağın bu ara. Evim gibi
darmadağın. Kitaplar yerlerde, bulaşıklar yığılmış, makyaj malzemelerim
dağılmış, gömleklerim kırışmış. Her şey darmadağın. Beynim darmadağın.
Yapmam gereken şeyler var. Sahip çıkmam
gereken şeyler var. Peşinden koşmam gereken şeyler, okumam gereken, yazmam
gereken…
Çok şey var.
Çok şey var içimde. Anlatamadığım,
yazamadığım, atamadığım…
Savursam rüzgara hepsini. Uğraşmasam. Uğraştırmasalar.
Gitsem.
Dönmesem.
Korku
Sarraf Ali Sokaktayız.
Yürüyoruz. Saçma bir şey söylüyorum.
Gülümsüyor. Günler sonra ilk kez gülümsediğini görüyorum.
Biz öyle gülüşürken apartmanın kapısı
açılıyor. Biri çıkıyor dışarı ama ondan yana bakmıyoruz hiç.
Biz geçerken adam arkamızdan koşmaya
başlıyor. Sürekli aynı şeyi tekrarlayıp duruyor.
“Senin ne işin var burada!”
Kolumdan yakalıyor beni. Sarsıyor da
sarsıyor. Gözlerindeki korkuyu okuyabiliyorum. Durmadan etrafına kaçamak
bakışlar fırlatıyor üstelik. Sanki biri onu görecekmiş gibi. Başına işler
açılacakmış gibi…
“Senin ne işin var burada!”
“Onun eşi vefat etti. Cenaze işlemleri
için buradayım.” diyorum. Bir şey söylemesine fırsat vermeden dönüp
uzaklaşıyorum.
Öylece bakıyor ardımdan.
Telefon
Telefon çaldığında saat gecenin yirmiiki
ellibeşiydi. O saatte pek arayanım olmaz. Şaşırdım.
Arayan numara gözükmüyordu, arayan kişi
işini sağlama almak istemiş demek ki… Şimdi düşünüyorum da… Özelden aramıştı.
Açtım. Açmazdım genelde. Ama elim evete
gitti bir anda.
Karşımdaki kadın, evet bir kadındı, benimle
görüşüp görüşmediğini sordu. İnce bir sesi vardı ve biraz ürkek çıkıyordu. Ben de
gayri ihtiyari onun kim olduğunu sordum. İnatla benimle görüşmek istediğini söylüyordu.
Sinirlenmeye başlamıştım. Beni arayan sizsiniz, önce ben sizin kim olduğunuzu
öğrenmek istiyorum, dedim. Kapattı telefonu.
Tarih de ikibinondört haziranının on
ikisi.
Sahil
Dalgalar
ayaklarının dibindeki kayaları yalıyordu ikide bir. Dalgaların böyle aniden
gelip ağır ağır geri çekilmesi korkutuyordu hep onu. Alıp götüreceklermiş gibi.
Sıkıca sarılıyordu yanındaki adama. Üşüyordu da belli ki. Ceketinin kollarını
çekiştirip duruyordu sürekli, küçük parmakları kayboluyordu.
Adamın
söylediklerini anlamazlığa vuruyordu bir süredir. Buraya sadece gezmeye
gelmişti ama adam başka şeyle ummuştu besbelli. Eli sürekli belinden aşağı
kayıyordu zaten. Kız anlamıyormuş gibi kıpırdıyordu arada. Adam da çekiyordu
elini.
Burası
onun hayalindeki şehirdi. Yıllardır burada nefes alışının hayalini kurmuştu
kafasında. Üzerindeki kıyafetten, çevresinden akıp giden insanlara kadar hatta.
Ama bu adamı düşlememişti.
Bir
yandan sonsuz olmasını istiyordu bir yandan da artık bitmesini. Çünkü biliyordu
adamın niyetini artık. Bu kadar geç anladığı için de kendine kızmayı da ihmal
etmiyordu üstelik. Bunu anlamak için kaç kilometre yol gelmişti. Adamın eli de
inatla aşağıya kayıyordu.
Bir
yandan da anlam veremiyordu tüm bu olanlara. Koskoca adamın neden kızı
yaşındaki biriyle dost olmak istemesine. Dost diye diye sarılmasına, aşağıya
kayan eline.
Demek
ki bazıları genç seviyordu…
Çözüm
Ne zamandır yazmaktan kaçtığımın
farkındayım. Döküleceklerin farkındayım. Aksa gitse kurtulacağım, biliyorum. Ama
unutmaktan korkuyorum. Hafızamda koca bir boşluğun oluşmasından korkuyorum.
Romanımı yazmayı erteliyorum sürekli. Yaşıyorum
ama yazmak istemiyorum. Bile bile istemiyorum. İçimde şişe şişe beni patlatsın
istiyorum, evet. Romanla birlikte ben de yok olayım istiyorum.
Her gün aynı olayları baştan sona
yaşıyor olmak çok acı. İnsanlar çok acımasız. Egoları çok yüksek. Yazılanlar çok
sert. Okuduklarım çok yavan.
Bir türlü dengeyi bulamadığım doğru. Her
gün yeniden başlayıp dibe battığım çok doğru. Acıdan zevk alıyormuşum gibi
hissediyorum. Yaram tatlı tatlı kaşınıyor.
Çözüm…
Yazmak.
Kurtulmak.
Unutmak.
.
.
.
Mı?
Bazı şeyler…
Bazı
şarkılar üzerinden yıllar geçse de aynı etkiyi yapmaya devam ediyor. Ne zaman
dinlesem o şarkılardan birini hemen o mekana ışınlanıyorum, o yerin kokusu
doluyor burnuma. Çevremde o şarkıyla bütünleştirdiğim güzel insanlar…
Bazı
şeyler üzerinden yıllar geçse de değişmeden devam edebiliyor. Çok eski bir dost
gibi… Yıllarca bir haber olsanız da birbirinizden, yüzyüze geldiğinizde kaldığınız
yerden devam ediyor…
Berkin
Küçücük bir çocuk. 15 yaşında daha. Bugün
öldü o çocuk. Daha fazla dayanamadı küçücük yüreği. Yalnız bıraktı bizi.
15 yaşında… 16 kilo…
Kuş kadar kalmıştı. Kuş oldu uçtu
Berkin.
Canım o kadar acıyor ki… O kadar baskı
yapıyor ki kalbime. Çocuk ya küçücük bir çocuk! O çocuk benim kardeşim de
olabilirdi! :(
Gözyaşlarımı tutamıyorum bir türlü. Nefes
de alamıyorum. Fotoğraflarını paylaşıyorlar facebookta, twitterda. Gördükçe daha
da kötü oluyorum.
İnsan, ekmek görünce ağlar mı?! Biz ağlıyoruz
işte. Bundan sonra her görüşümüzde de aynı düşünce geçecek aklımızdan.
Ne acı! Ne acı ki bu ülkenin başındakiler
tecavüzcü, soyguncu, çocuk katili… Utanmadan da “Emri ben verdim!”
diyebiliyorlar.
Ne acı ki hâlâ “Hırsız ama ben icraate
bakarım!” diyebiliyor bazı özürlüler. Evet, özürlüler!
“Dışarıda ne işi varmış, su testisi su
yolunda kırılır.” Diyebiliyor bazı insan kılıklılar.
“Ama o da taş atmış!” diye vicdanını
rahatlatmaya çalışıyor bazı vicdanına sıçtıklarım.
Hadi
diyelim attı. 15 yaşında bir çocuğun attığı taşla bir merminin vereceği zarar
aynı çünkü. Mermi ya bu mermi!
Bugün okulda arkadaşlarımız da oturma
eylemi yaptılar. Akşam 18.00’da da El Heykeli’nde toplanıldı. Katılmadım.
Katılamıyorum. Nefes alamıyorum ki. Boğazımdaki bu yumru geçmiyor. Bu acı
katlanılacak gibi değil.
Katillerin kalpleri kurusun inşallah.
Allah kimseye evlat acısı yaşatmasın ama yatacak yeriniz yok resmen. Elbet gün
gelecek değişecek bu düzen. Yaptıklarınızın cezasını çekeceğiniz günleri
göreceğim. Biraz da Berkin için de atacak bu kalbim bu günden sonra. Allah sizi
bildiği gibi yapsın!
Berkin, ablacım, rahat uyu. Sen rahat
uyu. Biz uyandıracağız kalan Berkinleri. Söz veriyorum senin için okuyacağım
tüm kitapları.
Aptal
Böyle şeyler yazma diyordu adam.
Yazmıyordu kız. Aptal kız.
Benden kimseye bahsetme diyordu. Sadece
ikimizin bildiği bir sır olayım.
Bahsetmiyordu kız. Aptal kız.
Sonra bir gün son geldiğinde biraz
huzursuz oldum dedi adam.
Anlayamadı kız. Aptal.
Başım karışık bu aralar diyordu adam. Biraz
mesafeli olalım.
Uyumaya devam ediyordu oysa kız. Aptal ya.
Sonra bir gün uyanmak istedi canı. Uyandı
da.
Aptaldı ama iyi kayıt tutardı.
Uyandı ve yazmaya başladı.
Uyumuyor şimdi. Durmadan yazıyor.
Yalan
İzlediğim
bir dizi var. Pretty Little Liars. Şu an dördüncü sezonu yayınlanıyor. Dizi 5
kız arkadaştan birinin kaybolmasıyla başlıyor. Kız birden bire ortadan
kayboluyor ve ardındaki sırrı çözmeye çalışıyorlar. Tam bir yıl sonra da kızın
cesedi evinin arka bahçesinde bulunuyor. Bir de A var. Başlarda A’nın ölen kız
olduğu imajı çizilmişti hep. Zaten kızın adı da Alison. Bu A, sürekli sırları,
yalanları ortaya döküp duruyor. Dördüncü sezonu oynuyor hâlâ öyle.
A
da yalancının teki aslına bakarsanız ama bu kadar çok yalan söyleyen insanı da
bir arada görünce insan doğru nedir, doğru var mıdır ayırt edemiyor doğrusu! Bir
de yalanın bu kadar çekici olduğunu bilmezdim.
Olay
içinde olay, yalan içinde yalan olması ise ayrı bir durum. Sonra adamın biri
var. Aslında bu ölen kızı tanıyor (ya da bizim öldüğünü sandığımız ama aslında
ölmeyen). Vakti zamanında da onunla ilişkisi varmış meğer. Sonra diğer
kızlarında her şeyini biliyor. Ama içlerinden birini seçiyor tabii ve onunla da
ilişki yaşıyor. Aradaki yaş farkı da var bir hayli. Yalan üstüne bir ilişki
kurulur mu?! Olduruyor işte.
İşin
en garip tarafı ise adam yazmak için yaşıyor! Yaşıyor ki o hikayeyi yazabilsin!
Yazabilmek için de kuruyor. Kurduklarını oynamalarını sanıyor. Oynadıklarını yönetiyor.
Beğenmediğini kesiyor. Yeniden oynatıyor. Oynananı izliyor ve yazıyor. Biriktirdiklerini yazıyor. Yazıyor…
Yazıyor.
İlginç.
Cazip.
Engerekli
Yüreğime
çöreklenen engerekli
Isırıyor sürekli
Tam geçiyor acısı
…
Unutuyorum.
…
Bir acı sonra…
Zehir…
Yakıp
Kavuran…
Engerekli
Isırıyor
Sürekli.
İnsan
Para
insanlara neler yaptırıyor. Olunca da olmayınca da aklı çıkıyor insanların. Yetmiyor
hiçbir şey. Cennet yetmiyor, cehennemi de istiyor. Gökyüzü yetmiyor, yeryüzünü
de istiyor. Yasaklı falan fark etmiyor. Elmayı da yiyor, bağcının üzümünü de.
Karşılığında ise… Yine yüzsüz!
Evi var.
Ailesi, mesleği, işi, parası…. Her şeyi var oysa. Ama yetmiyor işte. Dahasını
da istiyor. O kadını da o adamı da. Hepsini istiyor.
Kimse
için hiçbir şey için de kendini sorumlu hissetmiyor. Dahasını, dahasını da
alırken geride kalanları hiç düşünmüyor bile. Onlar ne olur, hakları ne olur
umurunda bile olmuyor.
Yalanlara
karıyor ömrünü. Kendi bile inanıyor sonra bunlara. Kendi inandığından olsa
gerek en çok kendi veriyor yine yalanın savaşını. Önce ağlıyor, sonra gülüyor. Yine
ağlıyor. Sonra duruyor. Duruldu, geçti, bitti diyorsun. Sonra da bağırmaya
başlıyor. Sonra yine gülüyor. Delirdiğini düşünmeye başlıyorsun. Isırmaya
başlıyor çok geçmeden. Kendini, beni, seni… Fark etmiyor kim olduğu. Et olsun
yeter ki…
Bu doyumsuzluğunun
sonu yok gibi… Daha çok beden, daha çok et, daha çok para, daha çok…, daha çok…
Daha çok hırs!
…
İnsan
çoktan oyuncaklarının kölesi oldu.
Ayçiçeği
Her yağmur yağdığında biraz daha arındım
kirlerimden
Yapraklarım yeşillendi.
Dikenlerin arasından sıyrıldım da büyüdüm
Canımı acıtanlardan daha güçlüydüm
Çünkü
Ayçiçeği gibi sana döndüm yüzümü.
Kanat
Başını yukarıya, ağaçların da
yukarısına dikmiş bakıyordu sadece. Ötesini, daha ötesini görmek ister gibi bir
hali vardı. Ağacın kuru dalları sallanıyordu bir o yana bir bu yana. “Hava
soğuk galiba.” diye düşündü.
On dakikadır soğukta olduğu yerden
kıpırdamadan üzerindeki incecik hırkayla dikilmesine rağmen gözlerini bile
kırpmamıştı. İçindeki göle siyah bir sıvı damlıyordu. Ama o sadece gökyüzüne
bakıyordu. Bütün vücudunun siyah sıvıyla kaplandığını hissediyordu ama o sadece
gökyüzüne bakıyordu.
Bacakları çıplaktı. Çorap giymeyi
sevmiyordu. Hırka ısıtırdı nasılsa kalbini. Ama bugün nedense soğuğu da hiç
hissedemiyordu?! Gökyüzü de çok sıkıcıydı bugün. Gözlerini bile kırpmamıştı.
Ne uzun zamandır orada beklediğini
düşündü birden. “Gelmeyecek galiba.” diye mırıldandı, “Söz vermişti, gelecekti.”
dedi. Bir damla daha düştü göle.
Vücudunun ne zamandan beri bir göle
dönüştüğünü ve siyah bir sıvıyla dolmaya başladığını hatırlayamıyordu bir
türlü. Kalbine yaklaştığını duyabiliyordu sadece. Her damlada dünya
yankılanıyordu zaten.
Göz kapakları gittikçe daha ağır
geliyordu gözlerine. İnatla açık tutmaya çalışıyordu ama olmuyordu. Ağacın kuru
dalları rüzgarda savruldukça kalbini çiziyordu. Sıkılmaya başlamıştı
beklemekten. Biraz daha bekleyecekti. Gelmezse gidecekti artık. Yapacak bir
sürü işi vardı zaten.
Rüzgar şiddetini arttırmıştı. Dallar daha
çok sallanmaya başladılar. Gitmeye karar verdi en sonunda. Burada kuru dallarla
beklemenin anlamı yoktu. Kalbi çizik içinde kalmıştı. Arkasını döndü.
- Ne zamandır oradasın sen?
- En başından beri?
- Neden sesini çıkarmıyorsun?
- Seni izliyordum?
- …
- …
- Getirdin mi?
- Evet.
- Ver şunu hadi. Sıkıldım bu
dünyadan.
- Al.
Aldı.
Bir şey demeden arkasını döndü ve uzaklaşmaya başladı. Onunla arasında bir bağ
kalmamıştı ki ne diyecekti. Hışımla açtı torbanın ağzını. Dikkatlice çıkardı
içindekileri. Eski bir dosta bakar gibi baktı. Uzun uzun. Sonra sırtına
geçirdi.
Kanatlarını.
Göl
damlamayı bıraktı. Dünya sessizleşti. Bir çift kanat takmış kız yavaş yavaş
uzaklaştı.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)