Okuyucuma!



Sağlam dişler, bir de sağlam mide-

Budur dileğim senin için!

Sindirebildinse kitabımı,

Barıştı demektir benimle yıldızın!



Nietzsche



Güzel Günlerin Anısına

Sami Bey çok zengindi önceleri. Ama onun kumar tutkusu her şeyini kaybetmesine neden oldu. Sonra da içkiye vurdu kendini. Sarhoş adamın teki oldu çıktı. Her akşam kendisi gibi sarhoşlarla toplanıp meyhane köşelerinde sabahlara kadar içerdi. Bir akşam arkadaşlarıyla her zaman gittikleri meyhanede toplandılar. Kadeh kaldırdılar, içtiler, konuştular, şarkılara eşlik ettiler. Ve Sami Bey her akşam yaptığı gibi hüzünlü bir ses tonuyla konuşmaya başladı:

-Ah ah! Ben bu hale düşecek adam mıydım? Paraya para demezdim. Çok zengindim. Koskocaman bir şirketim vardı. Ailem vardı. Benim hep o kahrolası kumar tutkum yüzünden hepsi gitti. Çok pişmanım çok…

-Takma kafana be birader! Hayatını yaşa… Allah bir kapıyı kapatırsa; başka bir kapıyı açar. Düzelir her şey…

Sami Bey arkadaşlarını severdi. Bu yüzden de onların her dediğini yapardı. Zaten kumara da onların yüzünden böyle tutulmuştu. Ama yinede onları bırakıp gidemiyordu. Çünkü bütün mal varlığını kaybetmişti. Karısı, onun ve şirketinin iflas ettiğini öğrenince, arkasına bile bakmadan çocuklarını da alarak onu terk etmişti. Zaten birkaç gün sonra da boşanma celbi geldi mahkemeden ve hakim onları hemen boşadı. Hiçbir pürüz çıkmadı. Hakim çocukların kadına verilmesine karar vermişti. Çünkü karşısında duran adam bitmiş bir haldeydi.

Sami Bey hem içine düştüğü bu durum için üzülüyor hem de bu durumdan kurtulmak için hiçbir çaba harcamıyordu. O artık hiçbir şeyin düzelmeyeceğine inanıyordu. Bu yüzden de artık arkadaşlarına kızamıyordu bütün o söyledikleri yüzünden.

En sonunda düşüncelerinden sıyrılıp konuşmaya başladı:

-Nasıl takmam, nasıl takmam… biliyorum bir daha asla geri gelmeyecek. Aman battı balık yan gider. Hadi güzel günlerin anısına kaldırıyorum!

-Güzel günlerin anısına!

Diye bağırdı arkadaşları hep bir ağızdan. Bağırmadan çok bir böğürmeye benziyordu sesleri. Midesi bulandı birden Sami Beyin. Ama belli etmedi kimseye.

Adamlar sünger gibiydi, içtikçe içiyorlardı. Ama nasıl olduysa kalkmaya karar verdiler ve bardaklarında kalan son rakıyı da içip kalktılar artık. Arabalarına bindiler ve bir yarım saat sonra acı bir haber geldi. Bir hatalı sollama sonucu Sami Bey ve iki arkadaşı trafik kazasında hayatlarını kaybettiler.

Sami bey arkasında sadece “Güzel günlerin anısına!” diye kaldırdığı boş bardakları bıraktı…

Elif Ayvaz
1998

Savrulduk, ...

Çizgi film seyrederek büyüdük

Çizgi film tadında hayatımız oldu

Yol almaya çalıştık

Tökezlesek de düşsek de

Ama

En sonunda

Biz de diğerleri gibi

Savrulduk…

On bininci yenilgimizin sonunda

Ama yine de

Yaşamaya devam ediyoruz

Çizgi film tadında

Kendi yazdığımız

Mutlu sonla biten masallarımızda

Sorgusuz, sualsiz

Sorumsuz, başıboş

Kimseye hesap vermeden

Elif Ayvaz

30 Haziran 2007

Su

O gün evdeki en küçük çocuk bile oruç tutmuş ve epeyce de acıkmışlardı.

İftar vakti yaklaşmaya başlamıştı. Hazırlıklar tamamlandı. Yemekler pişirildi. Sofra kuruldu. Herkes sofranın etrafına toplandı ve o gün olanları anlatmaya başladılar. Baba sofradaki tatlıyı gördü.

- Bu tatlı nereden geldi?

- Safire getirdi. Dükkan açmış ya. Bunlardan yapıyormuş işte.

- Güzel olmuş gibi ama bakalım tadı nasıl göreceğiz birazdan. Bu hoca da nerede kaldı. Hadi be hoca, hadi be hoca.

Çocuklar bu söze kıkırdadılar. Babalarının bu sözü hep komik gelmişti onlara. Sanki hocanın her canı istediğinde Ezan okuma hakkı mı vardı ki? Neden babası isteyince okusun ki?

Neden sonra ortalığı bir sessizlik kapladı. Sadece kızın bardaklara doldurduğu su sesi duyuluyordu.

Elif Ayvaz
2000

Cehennemde

(Cehennem zebanisi sorar:)

- Ey fani! Söyle…

- …

- Demek sen kendi mutsuzluğunu başkalarının mutluluklarıyla saklıyorsun ha!

- …

- Söyle doğru mu?- E… E… Evet…

- Demek sen hırsızlık yapıyorsun ha!

- Hayır, ben hırsız değilim.

- Evet hırsızsın.

- Değilim.- Sus, sen bir hırsızsın. Sen bir mutluluk hırsızısın!

- Doğru. Ben bir mutluluk hırsızıyım. Başkalarının mutluluklarını çalıyorum. Kendi mutsuzluğumu onların mutluluklarıyla saklıyorum.

- Bu büyük bir suç. Bunu biliyorsun değil mi?

- Biliyorum…

- İşte tam da bu yüzden seni cezalandıracağım.

- Cezalandırmak mı?

- Evet. Burası cehennem unuttun mu?

- Cezam çok mu ağır olacak?

- Ona ben karar vereceğim.

- Son bir şey isteyebilir miyim?

- Hayır, olmaz.

- İdam mahkumlarının bile son istekleri yerine getiriliyor. Lütfen. Sadece bir tane…

- Tamam söyle…

- Bir mutluluk daha…

Elif Ayvaz

2006

Sen ve Diğerleri

Beni anlayan bir tek sen vardın

Ve sen de beni yalnız bıraktın

Sen ve diğerleri

Size o kadar güvenmiştim ki

Hep benimsiniz zannetmiştim

Ama şimdi görüyorum ki

Hiçbir şeye değmezmişsiniz

Sen değmezmişsin!

Sen ve diğerleri
Elif Ayvaz
2001

Pardon, Tanışıyor Muyuz?

Tamamen kurmacadır...

Nerede yitirdik çocukluğumuzu?

Bir kelebeğin kanatları arasında uçup gitti mi yoksa avuçlarımızdan?

Nerede kaldı olur olmaza güldüğümüz şeyler?

Nereye kayboldu cam bilyelerim? Onların arasına çocukluğumu da koymuştum ben.

Komşunun kızının saçını çekiştirdiğim mutlu günlere nerede?

Yara bere içindeki dizlerim, kollarım nerede?

Bez bebeklerim? Pastel boyalarım, kalemlerim, resim defterim?

Nerede?

Okula gitmek için ağladığım günler de mi yok yoksa?

Mızıkçı arkadaşlarımın anlamsızlığında kaldı her şey, değil mi?

Konuşsana!

Susma öyle!

Bütün bunları da sen aldın, değil mi?

Rahat bırakmayacak mısın beni artık sen!

Yeni bir hayat kurdum kendime. Ever, yalnızım. Eskisinden daha fazla yalnızım hem de. Ama mutluyum.

Bak sen olmadan da yaşayabiliyorum.

Mutluyum işte.

...

Gideceğim buralardan. Çünkü çok çekici bir kelime ‘gitmek’. Büyülü.

Gideceğim, çünkü buna ihtiyacım var. Yaşamak istediğim şeyler var.

Çünkü bu şehri neden sevmediğimi açıklayamıyorum.

Cevaplar da sende saklı, biliyorum. Ama sana gelmeyeceğim.

Evet, sana meydan okuyorum. Senden daha güçlüyüm ben.

Çok koştum, çok yoruldum. Tökezledim, düştüm. Eskisinden daha çok kanadı dizlerim. Daha çok acıdı ellerim. Ama her seferinde ayağa kalktım ben. Daha güçlü, daha kararlı yol aldım her seferinde.

Ama sen…

Sen bu kadar güçlü değilsin. Evet, çocukluğum sende. Sen aldın onları. Bununla övünüyorsun belki de. Ama sen de diptesin.

Ben de dipteydim. Hatırlıyor musun, en iyi arkadaşım itmişti beni oraya. Yani sen!

Sonra arkanı dönüp çekip gitmiştin. Hatırlıyor musun?

Orada yaralı dizlerini karnına çekmiş, saçı başı dağınık ağlayan kız bendim. Dipteydim. Şimdi senin olduğun yerde. Ağlıyordum. Canım acıyordu. Ama dizlerim değildi canımı acıtan, biliyor musun? Sendin.

Sendin o.

Şimdi dipte olan sen misin? ‘Dipteyim.’ Dedin. Boyalı gözlerinde başka bir ‘sen’ vardı. Aradım, bulamadım. Sana ait bir şey yoktu ortalıkta. Her şeyi silip süpürmüşsün. Nereye sakladın onları?

Beni, seni, çocukluğumuzu…

Kimin kollarında ya da dudaklarında bıraktın anılarımızı?

Sana kızmam gerekiyor, değil mi? Sana bağırmam gerekiyor. Belki biraz da acımam.

Ama yapamam ki ben bütün bunları.

Hayır, iyiliğimden değil.

Unuttun mu? Her şeyimi sen aldın. Bütün bunlar da sende.

Nefret bile edemiyorum senden. Senin yüzünden.

Anılarımı hatırlayamıyorum.

Seni hatırlayamıyorum.

Dipteymişsin.

Yardım mı etmem gerek şimdi. Hiç içimden gelmiyor tanımadığım, hatırlamadığım bir insana elimi uzatmak.

Bana öyle ıslak kedi yavrusu gibi bakma!

Kedilerden nefret ederim ben.

Gözleri seni hatırlatıyor sanki.

İstemiyorum.

Hatırlamak istemiyorum.

Gitmek istiyorum.

Zaten seni hatırlamıyorum.







Başka bir şehirde, başka başka hayatlarda…



- Pardon, tanışıyor muyuz?

- Yoksa beni hatırlamadın mı?

- Hayır!?

- Ben oyum. Çocukluğun, arkadaşın.

- Kim? Benim çocukluğum yok ki. Onu biri çaldı.

- Hayır, ben senin çocukluğunum!

- Bakın, ben sizi tanımıyorum. Ne söylediğinizi de anlamıyorum. Hem benim gitmem gerek…



- Ben oyum! Benim. Çocukluğunum!



- Deli midir nedir ya! Takıldı peşime, tutturmuş ben senin çocukluğunum diye… hep beni mi bulur böyleleri.

Elif Ayvaz
19 Şubat 2008

Islak

‘’Sadece kendini geçmelisin.’’
Ayağında şalvarı, üzerinde ince bluzu ve şıpıdık terliklerinin içinde çıplak ayaklarıyla yürüyordu Ayşe. Saçlarını salmıştı, dümdüz taramıştı yandan ayırarak. Yeni yeni aklar düşmeye başlamıştı saçlarına.
Yürürken arabaların ataklarına sıçrattığı sulara aldırmıyordu. Yağan yağmurun altında hızlı hızlı ilerliyordu.
Mahallenin bakkalına girdi.
Yarım saat sonra çıktığında elinde bir ekmek vardı. Saçları birbirine karışmıştı. İnce bluzunun altından beyaz atleti görünüyordu.
Bir iki dakika bakkalın önünde durdu. Yağan yağmuru seyretti. Sonra tekrar içeri girdi. Daha sonra elinde küçük bir çikolatayla çıktı ve yürümeye başladı. Yüzünde memnuniyetinin ifadesi belli belirsiz bir gülümseme vardı.
Ardından bakkal çıktı. Yaşlanmaya başlamıştı o da. Derin derin soluyordu. Pantolonunun düğmelerini iliklerken bir yandan arsız bir gülümsemeyle Ayşe’nin kalçalarına bakıyor, bir yandan da bıyıklarını buruyordu.
Ayşe’nin ayakları iyice ıslanmıştı.
Elif Ayvaz
25 Nisan 2007

Cırcır Böceği, Yorumsuz...

Ben cırcır böceklerini (ağustos böceği) gecenin kendi sesi sanırdım. Nedense bu sesin de kışın hiç gelmediğini, sadece yazın duyduğumu hiç fark etmezdim.

Bu iç gıdıklayıcı sesin gecenin sessizliğinin sesi zannederdim. Yani sessizliğin de bir sesi olduğunu.

Hani filmlerde olur ya; genç erkek, genç kıza sorar:

- Duyuyor musun?

- Neyi?

- Sessizliği…

İşte tam da bu anda benim aklıma hep cırcır böcekleri gelirdi. Yani gecenin sessizliğinin sesi sandığım ses.

Artık cırcır böceklerinin sesini çok ender duyuyorum. Yani gecenin sesini. Şehrin tenha yerlerinden biri olan mahallem artık kalabalık! Bu yüzden artık cırcır böceklerinin sesini duyamıyorum. Artık etrafta sadece insan gürültüsü ve onların kullandıkları elektronik eşyaların sesleri var.

Belki de etrafta hiç cırcır böceği kalmadı. Gece artık sessiz değil! Sessizliğin sesini duyamıyorum artık.

Çok ender rastlıyorum kıyıda köşede kalmış bir cırcır böceğine yaz sonuna doğru. Bütün mahalle işten güçten yorgun düşüp uykuya daldığında, etrafta bir ben bir de insanların gürültüleri arasında kaybolmamak için kendi türküsüyle büyük bir savaş veren cırcır böceği kaldığında. Etraf sessizliğe bürünüyor. İşte o zaman başlıyor türküsüne cırcır böceği. Başlıyor ve bir savaş daha zaferle sonuçlanıyor.

Bu yaşıma gelmeme rağmen; cırcır böceği hâlâ benim için gecenin sessizliğinin sesi! İnsanlar yorgun düşüpte etraf sessizliğe büründüğünde bir zafer kazanmış olsa bile!


Zaferle sonuçlanan savaşlar… Kaybolmamak için söylenen türküler… Hepsi kurulu bir düzenin parçası değil mi? Peki ya içimizdeki türküler, gürültüler!?

Elif Ayvaz

25/ 08/2006

Sonbahar, Büyürken...

Ben Gümüş Çeşme Mahallesi, Trenlik Bağları’nda oturuyorum. Amacım size ev adresimi vermek veya ezberletmek değil. Sadece size mahallemi anlatmak istiyorum.

Orası belki de Balıkesir’in en sakin mahallesi. Çok sessiz. Köy gibi bir yer. Ama çok değişik bir yer. İlkbaharı ve sonbaharı muhteşem oluyor.

Bir kere yerler öyle asfalt falan değil. Orası taşlaşmaya yüz tutmuş bir şehrin en yeşil merkezi. Her yer ağaç, çimenlik. Köy gibi işte. Koyunlar, inekler, tavuklar, keçiler, atlar ve daha bir sürü hayvan. Söyleyin şimdi bana böyle bir yerde ilkbahar güzel olmaz mı?

Ya sonbaharı? O nasıl olur sizce? Bence çok güzel bir sonbaharı var gümüş çeşme’nin. Sonbahar işte nesi güzel olur demeyin. Sonbahar her yerde güzeldir. Ağaçların kırmızı, sarı, turuncu yaprakları yere dökülmüş, etrafta ıslak toprak ve çürümüş yaprak kokusu. Bunu kim sevmez ki? Âşıkların mevsimi!

Düşünsenize ağaçlı bir yolda sevgilinizle yürüyorsunuz. Birbirinize sarılmışsınız ya da el ele tutuşmuşsunuz. Yerlere renk renk yapraklar dökülmüş. Hafiften ince bir yağmur çiseliyor. Sevgiliniz yanağınıza küçük ama bir o kadar da sıcak, sevgi dolu bir öpücük konduruyor. Amaaan! Bu da çok klasik bir şey oldu ya…

Neyse boş verin. Sonbahar bu her şeyiyle güzel işte.


Bugün aklıma ne geldi biliyor musunuz? Benimki de soru. Nereden bileceksiniz ki…

Bugün Balıkesir’e en çok hangi mevsim yakışıyor diye düşündüm. Sanırım sonbahar, evet, evet sonbahar. Balıkesir’e en çok sonbahar yakışıyor. Çünkü bana göre o gri şehir ancak sonbaharla renkleniyor.

Zağnos Paşa Camii’nin yanındaki yoğurtçunun önündeki çınar ağacı bir harikaydı bugün. Bugünün tarihi 7. 12. 2004 Salı. Yaşlı çınar ağacı – ki kaç yaşında olduğunu bilmiyorum – sonbahar geldi diye sevinmiş, aslında üzülmesi gerekiyor ama sevinmiş işte o da benim gibi sonbaharı seviyor galiba. Onun yaprakları diğer ağaçların yaprakları gibi değil. Bana sanki diğer ağaçların yapraklarından daha renkliymiş gibi geliyor. Onunkiler bambaşka. Sarısı daha sarı, kırmızısı daha kırmızı, turuncusuysa daha turuncu…Bambaşkaydı işte, sanki o sonbaharın geldiğine sevinmiş gibiydi. Gülümsüyordu, yapraklarını dökerken bile gözlerindeki o ışıltı, dudaklarındaki o gülümseme kaybolmamıştı.

Yağmur yağıyordu. Çok değildi ama az da değildi. Ama çok güzeldi. Tertemizdi. Bugün yağmur çok yakışmıştı Balıkesir’e. Küçücük Balıkesir’e.

Bir kere toprak çok güzel kokuyor. Yağmur temiz yağıyor. Yapış yapış değil, insanın üzerinde ağırlık yapmıyor. Aksine insanı ferahlatıyor.


Yaa… İşte böyleydi bugün Balıkesir. Bomba gibiydi. Çıtır bir kız gibiydi. Gülümsüyordu; hayata, insanlara ve bana… Üstelik dişleri de bembeyazdı. Tertemizdi. Bana gülümsüyordu. Sonra dudağımın kenarın küçücük bir öpücük kondurdu, bir yağmur damlasını elçi olarak göndermişti.

Elif Ayvaz

'2004

Yolculuk

(Biz Kurban Bayramı’nda köye giderken yolda kaldık.)

Halil Ağabey= İsterseniz dönelim.

Babam= Ne yapalım? Dönelim mi?

Elif= Bilmem, siz bilirsiniz.

İsa= Dönmeyelim, dönmeyelim.

Elif= Buraya kadar geldik. Yayan gidelim.

Annem= Hadi gidelim bari.

Babam= Bismillah!

Halil Ağabey= Hayırlı yolculuklar!

Babam= Sağ ol ağabey, borcumuz ne kadar? Bozukluk yok ama…

Halil Ağabey= Sonra verirsin artık.

Elif= Baba, buradan bizim köye kaç kilometredir?

İsa= On.Elif= Oha be! O kadar olur mu hiç?

Babam= Beş kilometre vardır.

Elif= Nee? Şimdi beş kilometre yol mu yürüyeceğiz?

Babam= Uyduk sizin aklınıza, geri dönemeyiz artık.

Annem= Ayakkabıma su doldu. Dondum, dondum.

Babam= Yürüyün, yürüyün. Köy köy diye tutturdunuz alın size köy.

İsa= Ayy… Ayakkabım su aldı.

Babam= Daha alalı bir hafta oldu, ne çabuk eskittin be?

Elif= İsa hissediyorum, şu tepeyi aştık mı köy görünecek.


(Tepeyi aştık.)


İsa= Hani köy yok işte kaldık dağ başında.

Babam= Daha çok… Yol yarı bile olmadı. Ne çabuk pes ettiniz?

Annem= Yürüyemiyorum, ayaklarım hissetmiyor.

Babam= Yavaş yavaş yürü işte. Bizim arkamızdan da ayrılma!

Elif= Hadi geri dönelim. Bulamayacağız köyü.

Annem= Buradan geri dönüp de ne yapacağız?

Elif= Çaypınar’da kalırız.

Annem= Nerede kalacaksın? Kimseyi tanımıyorsun.

İsa= Her yerde akrabamız çıkıyor ya orada da vardır bir tane.

Babam= Olur, hiç işimiz yoktu da bir de geri döneceğiz. Görün bakalım bir daha getirir miyim ben sizi köye, cezalısınız kalın evde.

Elif- İsa= Yaaa!!!

Elif Ayvaz

'2003

Rüya ya da Kâbus

- Bankta oturan bayanın anlattıkları -
Bunaltıcı bir gün bugün.
Hava çok sıcak.
Bir kafedeyim. Teksas’taki barlara benzeyen bir kafe. İki adam var karşımda. Onlarla sohbet ediyorum. Daha doğrusu onlar beni sorguya çekiyorlar. Daha çok da eleştiriyorlar.
Adam diğerine söylüyor. Diğeri Ahmet Altan’ı çok seviyor. Bense nefret ediyorum ondan. Onun hayranı; “Ahmet Altan, Anlat İstanbul gibi saçma bir filmi kim çekmiş böyle diye söylüyor diyor. Bu film asla izlenmeye değmez.” Diğeri onu onaylıyor. Sonra biletimi yırtıyorlar.
“Hayvan!”diye bağırıyorum ama sesim çıkmıyor. “Domuz!” diyorum yine sesim çıkmıyor.
Daha birçok benim sevdiğim, değer verdiğim şeyleri aşağılıyorlar. Ben daha fazla dayanamıyorum. Çıkıyorum dışarı. Kapıyı kapatınca arkasında bir yazı görüyorum. Kapının üzerine oyulmuş. Bütün kapıyı kaplamış. Önce oymuşlar sonra da üzerini ateşle yakmışlar.
Okumaya başlıyorum. Sesim çıkmaya başlıyor.
“Seviyorum ama kimi?
En güzel birisini.
İstiyorum ama kimi?
En güzel birisini.
Isırıyorum ama kimi?
Ayşe’yi…”
Diğer adam o anda içeriden fırlıyor tam ben o dizeleri okurken.
“İstiyorum ama kimi?
Seni.
Isırıyorum ama kimi?
Seni.”
Diye bağırıyor. Sonra birden sol mememi eline alıyor. Mıncıklamaya başlıyor. Çırpınıyorum. Bağırıyorum, bağırıyorum ama sesim çıkmıyor.
“Seni! Seni!”
“Hayır, hayır! Ayşe’yi, o ben değilim. Ayşe’yi…”
Elinden bir türlü kurtulamıyorum.
O anda üzerimdeki Bursa’dan aldığım üzerinde kız resmi olan kırmızı tişörtümden nefret ediyorum. Onu bir daha asla giymemeye karar veriyorum.
Hâlâ adamın elinden kurtulmaya çalışıyorum. Canım acıyor. En sonunda uyanıyorum. Rüyaymış ya da kâbus.
Çok korktum. Neden böyle olduğunu bir türlü anlayamadım.
Perde arkası: Bir gece önce kitaplığımı düzenlerken Ahmet Altan’ın kitaplarını gördüm. Neden bu adamı okudum ki sanki dedim.
Orhan Hoca hep aynı şeyleri yazdığımı söylüyor. Sinirlendim. Bunların arasında mutlaka değişik bir şey vardır diye bütün varlığımı gözler önüne serdim. Var dedim. İşte! Ama, hayır kendimi kandırıyorum. Hepsi aynı. Hepsi Ayşe. Bir tomar yazıyı onun için mi yazdım yani ben! Ürkünç!
Öyle can sıkıntısından evin içinde dolaşırken aklıma Bursa’dan aldığım tişört geldi. Üzerinde kız resmi olan kırmızı tişört.
Orhan hocaya olan sinirimle eski defterlerimi de karıştırmaya başladım. Anlat İstanbul’un biletini buldum.
Tam bir ay önce bir adam görmüştüm. Çok uzaktan bir akraba. Bu adamı hiç sevmiyorum nedense. Küçüklüğümden beri onun bir sapık olduğunu düşündüm hep!
Söyle bana şimdi deliriyor muyum? Hepsi nasıl da bilinçaltıma yer etmişler. Sinsi sinsi beni kemiriyorlar. Peki ne zaman bitirecekler? Ne zaman bitecek bu işkence? Korkuyorum. Artık uyumak istemiyorum. Ayrıca her şeyin aynı olduğunu ben de biliyorum. Bunu fark eden tek kişi de sen değilsin. Ama yazdıkça vücudum arınıyor bütün o pisliklerden. Boğazıma kadar batmışım!
Nefes alamıyorum.
Yardım et!
Elif Ayvaz

Nokta ve Son

Karanlık gözlerde yitip gitmişim…
Aldırmıyorum.
Yürüyorum öylesine
Bastığım yeri görmüyorum
Yine aldırmıyorum…

İçimdeki öfkeyi bastırmaya çalışıyorum
Sinirliyim.
Öfkemi dışa vuramadıkça
İçimden kahkaha atmak geliyor.
Gülüyorum
Gözlerimden yaşlar akıyor
Sakin olmalıyım
Ama yapamıyorum.

Yardımcı olmuyor
Aynada yansıyan yüzüm
İçimdeki nefreti susturamıyorum
Dinmiyor acım
İçimi kemirip duran
Beynimi kaplayan
Kanırtan…

Yeni yüzler arıyorum
Yer değiştirecek
(Saklanacak)
Sakinleşemiyorum

Yazıyorum hiç durmamacasına
Son noktan olmayacak
Bu gün…
Son noktam olmayacak!
Biliyorum!

Okuyorum
Doğru kelimeyi bulmak için
‘’Karanlık’’, ‘’Buzlu Aydınlık’’,
‘’Zulmet-i Beyza’’, ‘’Neş’e’’,
‘’Hayat’’, ‘’Su’’, ‘’Güneş’’, ‘’Ateş’’, ‘’Toprak’’
‘’ŞEYTAN’’

Sonu yok biliyorum
Sonu yok sonumun
Sonsuzluğumun
Yok oluşumun ve var oluşumun
Sonu yok ağlayışımın.

Büzüştüğüm odanın ücra köşesinde
Lacivert kazağıma damlayan
Sarı gözyaşım
Hayatım kadar savruk
Ve akışkan
Ben, ben olmaktan çıkmışken.

Küçük bir kuş olmak istiyorum
Özgür ve
Hesapsız ve yersiz
Ve yurtsuz.
Kanatlanıyorum…

Saygısız ve sorumsuz
Küçük ve büyük
Üzgün ve mutlu
Yüzsüz ve arsız
Kötü ve daha kötü bir
Ben olmak istiyorum.

Çiziktirdiğim kelimelerden biri
Olmak istiyorum.
Açık seçik ve anlamsız…

Kaybolduğum dehlizden
Çıkmak istiyorum
Işığı görmüşken
Beyaz ve karanlık…
Üzgün bir fotoğraf
Karesinde ben!

Yabancı şehirlerde
Kaybolmak istiyorum.
Evimde hissederken
Ve
Kendime yabancılaşmışken…

Sesim yükselirken ve
Yükseklerden düşerken
En yükseğe çıkmak
İstiyorum.
Kimsenin erişemediği yere…

Yok olmak istiyorum
Anlamsız ve boş gözlerde
Hiçliğimin doruk noktasına doğru…

Akıp giden hayatı
Kesip atmak istiyorum orta
Yerinden
Ki
Hayat dursun
Dursun zaman
Dursun insanlar
Dursun dünya…

Sonumu yazıyorum
En sonumdan sonra...

Son nokta(n)m oluyorum.

15–16 Kasım 2007
Elif Ayvaz

Küstah Kırmızı

Küstah bir gülümseme vardı yüzünde kızın
Küçük dağları ben yarattım diyen
Küstah kırmızı bir gülümseme kalın dudaklarında
—Avucumdasın şimdi
Planımın, oyunumun bir parçası oldun.
Benim olacağını biliyordum.- diyen

Küstah kırmızı bir gülümseme beyaz, yumuşak teninde
Gizlemeye çalışırken yalnızlığını
Korkularını,
Gece sayıklamalarını
Oyununun bir parçası olmuşken adam
Kız yenilgisinin zaferini yudumluyordu

Küstah kırmızı bir gülümseme dudaklarında
Gözleri şehvetle parlıyordu.
Oburcasına, yılgın...

Elif Ayvaz

Aykırı Düşler

Uykudan yeni uyanmışsın. Rüyan yeni bitmiş. Aykırı düşler miydi gördüklerin?

Güne uyanmışsın, gülümsüyorsun. Gerçeğe uyanmışsın. Hayal dünyana bir perde çekmişsin. Pembe gözlüğünü ne yaptın? Söylesene!

Yere düştü de kırıldı mı yoksa, ya da attın mı onu çöpe?

Kabullendin mi artık hayatı, olması gereken düzeni? Büyüdün mü yani şimdi sen?

Ne oldu sana? Seni tanıyamıyorum artık. Ne yaptın hayallerini, umutlarını, aykırı düşlerini… Kendine nasıl kıyabildin böyle? Hiç acımadı mı canın?

Ensendeki o keksin ağrıyı geçirmek için artık iyi şeyler düşünmeye çalışmıyorsun. Kötü düşünceler olduğu yerde duruyor ama sen onlara dönüp bakmıyorsun bile! Alıyorsun bir ağrı kesici ve kurtuluyorsun! Kurtuluyorsun! Bu kadar basit mi her şey? Bu kadar basit mi kurtulmak süreğen acılardan?

Kolaymış işte! Boşuna dökmüşsün o gözyaşlarını. Yazık etmişsin kendine… Boşuna somurtmuşsun uykusuz sabahlara…

Biliyorsun değil mi kabullenmenin sonuçlarını? Biliyorsun…

Karamel tadındaki hayatınla vedalaş artık. Bana garip gelmişti zaten. Sen karamel kokusunu hiç sevmezsin ki!

Gitmeyi isteme artık. Kaçmayı isteme. Bir iş yaparsan bazı şeyleri göze alman gerekir ve sen de bunu göze almalısın. Kendi kendini bu kuyuya hapsetmeyi!

Giderek çorak bir araziye dönüşmeye başladı kalbin. Düşünmemek insanı böyle yapıyor galiba. Boş gözlerle bakmak hayata.

Peki sana yarayacak mı? Kabullenmeyi kabullenebilecek misin? Özgürlüğüne çok düşkünsün sen! Kafese girebilecek misin kendi isteğinle?

Korkmuyor musun peki? Bir zamanlar bir kız vardı aykırı düşleri olan cümleleriyle başlayan yazılar yazmaktan?

Geçmişte mi kalacak aykırı düşlerin?

Koşmayacak mısın artık? Hep böyle oturacak mısın? Yoksa artık koşmakta mı ilgini çekmiyor?

Bu sen değilsin! Sen olamazsın bu karşımda oturan, boş, ilgisiz gözlerle çevresine bakan yaratık. Buz gibi ellerin! Seni böyle gördükçe benim kanım donuyor. Oysa sen hiçbir şey hissetmediğini söylüyorsun.

Hep böyle mi kalacaksın? Yapma bunu kendine! Yapma bunu bana!

Seni seviyorum ben! Aykırı düşlerin olmamasına rağmen, hayallerin, umutların olmamasına rağmen…Seni seviyorum.

Ne olur yalnız bırakma beni!...

Hadi gel! Aykırı düşler kuralım…

13 Ekim 2006
Elif Ayvaz