Okuyucuma!



Sağlam dişler, bir de sağlam mide-

Budur dileğim senin için!

Sindirebildinse kitabımı,

Barıştı demektir benimle yıldızın!



Nietzsche



Ben hep en çok sevdiklerimi terk ettim.

.

Rüyada gibiyim. Loş bir fanus gibi evin içi. Eşyalar büyüyüp küçülüyor, uzayıp kısalıyor. Oturduğum koltuk çok rahat; yumuşacık. Uykum var gibi… Yok gibi…

Gözlerimle bütün evi dolaşıyorum. Oda; içinde bulunduğum oda, eşyalar, karanlık, perdesiz pencere, duvardaki fotoğraf; yüzler her zaman biraz silik, boyları dökülmüş kapı, boş salon, koridor, kapı; mutfak kapısı, yerlere saçılmış tabaklar, açık kalmış balkon kapısı, uçuşan perde…

Parmak uçlarımla dokunuyorum tüm bu kırık dökük eşyalara, bahçedeki telleri ellerimi dayayıp hızla yürüdüğüm gibi. Dışarıda şiddetli bir yağmur yağıyor. Cama çarpıyor taş şiddetinde, açık kapı gıcırdıyor.
Geride bıraktıklarımı düşünüyorum. Sevdiğim tüm adamları. Bırakmak zorunda kaldıklarımı, istemeye istemeye bıraktıklarımı, kızdıklarımı…

Ne çok yol yürüdüm bu yolda… Tek başıma. Ne çok hırpaladım kendimi, insanları. Hep doğru bildiğim yolda yürümeye çalıştım ben. Fakat eğilmez bükülmez doğrularım yok benim. En doğrusu hangisiyse ona yönelebilirim, pek tabii. Ama karşımdaki de benimle birlikte yönelmeli. Yalnız başıma yürürsem ardımda kalır yanımdaki. Gelmezse onu orada bırakmak zorunda kalırım. Acımaz mı canım? Acır tabii. Ama yapacak bir şeyim kalmıyor işte o noktada. Ama bir türlü anlatamıyorum bunu insanlara.

Oysa ben en çok sevdiklerimi terk ettim!

Ne çok ev değiştirdim içimdeki kentin sokaklarında. Ne çok insanla düştüm kalktım. Şu an içinde bulunduğum ev de son aşkımdan geriye kalan. Biraz sonra bu evi de terk edeceğim. Başka bir şehre göçeceğim ama bu kez. Başka bir kalbin sokağında küçük bir ev tuttum. Bir kez de böyle deneyeceğim. Belki böyle mutlu edebilirim içimdeki küçük aşk kırgınını…


Elif Ayvaz
11 Eylül 2010

İz

Okuduğum ve bende birer iz bırakan kitapları buraya koyuyorum.
Okumak isteyen olursa:

http://okunmasigerekenler.blogspot.com/

Güvercinler

Şu an çarşıda bir otobüsteyim. Beş dakikalık bir mola verdi. Çay molası... Bekliyoruz. İçeride bir uğultu var. Ne uğultusu? İnsan uğultusu. İçeride insanlar konuşuyor.


Bu otobüs duraklarının yanında büyük bir balık hali var. Bir sürü balık çeşidi. Balıkçılar bağırıyor:

- Balık var!

- Gel ağabeycim gel! Ballığa gel!

- Hey yavrum hey! Derya kuzusu bunlar!

- Hamsiii! Hamsiii! Akşam indirimli bunlar!

- Haydi kalmasın!

Yaşlı bir kadın geliyor. Şöyle bir bakıyor balıklara alıcı misali. Hamsiyi göstererek:

- Evladım kaça bunlar?

- Bin beş yüz teyze…

- Aaa! Üstüme iyilik sağlık. Nerden teyzen oluyorum ben senin? Edepsize bak!

-Kızma hanım abla! Lafın gelişi söyledim.

-Lafın gelişi söylemişmiş. Hadi, hadi çok konuşmada bir kilo veriver şuradan.

-Tamam hanım abla, hemen abla.

Hemen tartıyor balıkları. Yılların verdiği çabuklukla koyuyor poşete. Yaşlı kadın poşeti aldıktan sonra yavaş yavaş evinin yolunu tutuyor.

Gökyüzünde uçuşan birkaç güvercin var. Halin üzerinde dönüp duruyorlar. Aç oldukları belli. Uçuyorlar ağabey bize de balık ver dercesine…

Otobüs hareket ediyor.

Elif Ayvaz
 
2004

Kalem

.


Hayatıma açtığım binlerce yeni sayfadan biriydin sende az önce. Ama kirletmeye karar verdim sonra seni kalemimden damlayan mürekkeple.

Mavi mürekkep beyaz kâğıda güzel gidiyor. Benim kalemimdense kan damlıyor. Kâğıda gitmiyor elim. Yazamıyorum artık. Daha doğrusu yazmak istemiyorum. Aslında yazmamak için elimden geleni yapıyorum.

Yoruldum mu, sıkıldım mı bilmiyorum. Bilmiyorum beni neyin alıkoyduğunu. Cesaretim mi yok eskisi gibi bilmiyorum.

Beynimde uçuşan kelimeleri görmezlikten gelişim neden bilmiyorum. Kendimi anlamaya ve anlatmaya çalışmaktan vazgeçişim… Saklanmam kendimden, insanlardan ve dünyadan… Ortalıkta dolaşmam, çok konuşmam… Asosyallikten emekli olup, sosyalleşmeye çalışmam…

Bilmiyorum…

Cevaplarını bilmediğim soruları merak da etmiyorum. Konuşmuyorum da, susmuyorum da… Ne ağlıyorum, ne gülüyorum. Beyaz bir mermere dönüştü kalbim. Şık, kırılgan, zarif ve zayıf…

Karşı duvardaki saatin tik takları beynimde yankılanıyor. Tik tak, tik tak… Beynim kalemime söz geçiremez oldu. Kalemimse arsız bir herif… Kafasına göre hareket ediyor. Benim yasak bölgelerimde dolaşıyor, karışmamam gereken konuları didikliyor. İçime sinmeyen, bana yabancı yazılar yazıyor.

Bilmiyorum, neden?

Salakça bir umut yeşeriyor içimden. Kalemim karşımda, küstah… Arsız gülüşleriyle bakıyor bana. “Umut mu?! Sen ve umut ha!” deyişini duyar gibiyim.

Sinir oluyorum birden ona. “Sen benim misin yoksa şeytanın mı?” diye geçiriyorum içimden.

Nasıl olur da kalemim bana itaat etmez, anlamıyorum.

Bilmiyorum içimdeki umudun ona ne gibi bir zararı olduğunu. Umut işte sana da yeter, bana da. Niye alay ediyorsun ki.

“ “Çölde bir papatya da olsa umut; umuttur!” mu demiştin sen. Ne saçma! Böyle şeylere inanıyor musun yoksa. Hem beni de alet ediyorsun kötü emellerine.”

Kalemim küstah. Bana cephe almış, bütün dost bildiklerim gibi, bütün maskeli balonun sakinleri gibi. Onunla birlikte yazdığım sözleri küçümser olmuş.

Kendi bağrından kopan nağmeleri beğenmez olmuş! Arsız, olabildiğince arsız… Küstah, tahammül edilemeyecek kadar…

Bu küstah daha da kötüleşti. Şimdi de üzerime yürümeye başlıyor. Pis pis sırıtıyor. Arka fondan bir kötü adam gülüşü…

Hah hah ha ha!

Uyanıyorum sıçrayarak!

Bu bir kâbustu öyle değil mi? En sadık dostum bana böyle bir şey yapmaz. Bakıyorum kalemime. Orada sessiz sakin gülümsüyor…

Biliyordum…

Beni bırakmayacak tek varlık; kalemim!...

Biliyordum!


Elif Ayvaz
 
26 Kasım 2006

Yazmak

.


Yazmak; benim için çok önemli. Bunu her fırsatta söylüyorum. Belki de insanları çok sıkıyorum. Onlar bunun imkânsız olduğunu düşünüyorlar. Ama bence imkânsız diye bir şey yok.


Anılarımla başladım ben yazmaya. Üçüncü sınıftaydım ilk yazımı yazdığımda ve o zaman yazmak sadece bir hobiydi benim için. Eğlence olsun diye yazıyordum. Ama yazar olma fikri sekizinci sınıftayken girdi kafama. Bir şakayla başladı her şey. Bir arkadaşım vardı ve biraz da sorunları. Ben onu dinliyordum. O da bana sen psikolog olmalısın diyordu. Ben de ona hayır ben yazar olacağım diyordum. Ve en sonunda neden olmasın dedim. Ve artık ciddi olarak yazıyorum. Yazdığım zaman mutluyum. Sorunlarımdan arınıyorum. Kötü olan hiçbir şey bana ulaşamıyor. Su gibi yazmak benim için. Onunla yaşıyorum. Susuz bir insanın yaşayamayacağı gibi bende yazmadan yaşayamıyorum. Ayrıca su gibi yazmakla sorunlardan, kirlerden arınıyorum. Yazmak ılık bir duşun altında saatlerce kalmak gibi. Hani bir yaz günü sıcaktan bunalırsın da kendini duşun altına atarsın ya, işte öyle bir şey yazmak benim için.

Kendime Mehmet Akif Ersoy’u örnek alıyorum. Herkesin bildiği gibi milli şairimiz. O baytarlık okulunu bitirdi. Ama çok çok iyi bir şair oldu. Gönlü edebiyattan yanaydı ve inandığı şeyi başardı. Ve eğer o, o şartlar altında bunu başarabilmişse ben de başarabilirim diye düşünüyorum.

Elif Ayvaz

2005

İnanmak

.

İnancını kaybeden bir insanın kaybedecek bir şeyi yoktur bence.İnanmak... Her şeyden önce en önemli nokta inanmaktır yaşamak için. Bir şeylere inanıyorsan yaşarsın. Bir şeylere inanırsan mutlu olursun ve hayatta kalmaya devam edersin.

Benim hayatta en inandığım şey; yazmak... Artık yazmak , benim için bir tutku, bir eğlence olmaktan çıktı. Uzun zamandır ihtiyacım olduğu için yazıyorum ben. Hani insan nasıl hava almadan, su içmeden yaşayamazsa, bende yazmadan yaşayamıyorum. Ancak yazdığım zaman mutluyum. Hayatta bir tek buna inanıyorum zaten. Yazmak... En güzel şey...

Bir sabah uyandığımda inancımı kaybettiğimi fark ettim. Bu biraz garip bir durumdu. İnsan durup dururken inancını nasıl kaybedebilirdi ki? Ama olmuştu işte. Açıklaması yoktu ama ben öyle hissediyordum. Zaten tek bir şeye inanıyordum. O da şimdi uçup gitmişti elimden. Terk etmişti beni.

Artık yazamıyordum. Günler akıp geçiyordu ben ise çırpınıyordum. Sudan çıkmış balığa dönmüştüm. Ağladım, sızladım... Çevremdekilere yapmadığımı bırakmadım. Evde ailemin, okulda arkadaşlarımın ve bazı öğretmenlerimin başlarını şişirdim. Yazamıyordum ve bunun doğru düzgün bir açıklaması yoktu. Bu olayı tam olarak açıklayamıyordum da. Nasıl bir şeydi bu? Ve işin tuhaf yanı ise insanlara' Yazamıyorum!' dediğimde bana deliymişim gibi bakmalarıydı. Gözleri ' Delirdi mi bu kız? Her gün yeni bir şeyle geliyor karşımıza. Sanki insan yazmazsa ne olur ki?' der gibi bakıyordu.

Ama benim için yazmak önemliydi. Benim yaşama kaynağımdı. Türlü atıklarla kirletilmiş, bütün iyiliklerin sömürüldüğü, kötünün hep galip geldiği, iyinin küçüldükçe mini minnacık kaldığı şu koca dünyada beni bir tek yazmak farklı kılıyordu. Bir tek yazarak kendimi koruyabiliyordum. Ama onu kaybetmiştim. O yoktu şimdi. İnancımı kaybetmiştim her şeyden önce ve inanmadan da yazamazdım.

Günlerce çevrede boş boş dolandıktan sonra her şeyi oluruna bırakmaya karar verdim. Bir şekilde yazacaktım. Ama önce inanmaya çalıştım. Yine bir sabah uyandığımda onun geldiğini fark ettim. Ansızın gidip yine ansızın gelmişti. Sevindim, hem de çok sevindim. Belki saçma bir konu bu. Ama bence çok önemli.

Yazıyorum şimdi. Ama hala yazmak için önce inanmak gerektiğine inanıyorum. Ve inancımı sıkı sıkı tutuyorum bir daha beni bırakıp gitmesin diye...

Elif Ayvaz

2005

Nefret

.

İçimde kusma isteğine benzer bir his var. Ne olduğunu bilmiyorum. Adı her neyse bilmiyorum. Hiç bir şey hatırlamıyorum. Tek hatırladığım bu duyguyu ya da adı her neyse işte onu uzun yıllar önce unuttuğum. Sildiğim. Geçmişime gönderdiğim.


Hissettiğim duygunun adı nefret mi? Eğer öyleyse ne olacak? Ben kimseden nefret etmiyorum ki.

O bunaltıcı cumartesilerden birinde yine dersteyken ve bir hafta önce de hocamız bize veda etmişken, yeni birisi hiç de çekilecek gibi değildi benim için. Kara kuru, uzun boylu bir çocuk çıkageldi o günkü derse. Öylesine bir çocuk. Sokakta her an karşıma çıkan diğer üniversite öğrencileri gibi. Sinir oldum bu yeni çocuğa. O an yine masallara, yani tek masalıma ya da oyunuma başlayacağımı hissettim. Maalesef ki başladım da. Durmadan konuşuyordum. Ona ne ki benim yazdığım yazılardan? Ona ne? Ne diye anlattım. Ondan nefret ediyorum. Evet, eğer ondan nefret etmem gerekiyorsa ondan nefret ediyorum. O gün o derse geldiği için. İçimdeki şeytanı uyandırdığı için. Nefret etmem gerekiyorsa eğer ona iki dakika içinde hakkında hiçbir şey bilmediğim halde güvendiğim, inandığım ve onun da benim hayallerimi yıktığı için nefret ediyorum.

Nefret etmem gerekiyorsa eğer içimdeki umut tohumlarını yeşerttiği için nefret ediyorum ondan. Yüreğime hapsettiğim kelebeklerin kafesini açtığı için nefret ediyorum ondan. Ve onun yüzünden de şimdi kelebeklerimden olduğum için nefret ediyorum.

Aslında tam olarak ondan nefret etmem değil söz konusu olan. Sadece o değil. Eğer başka bir olay geçmiş olsaydı aramızda ya da söz konusu benim yazılarım olmasaydı herhangi bir defter, ya da herhangi bir nesne olsaydı ben buna asla kızmazdım. Ama konu yazılarım. Söz konusu olan şey benim yazılarım. Konu bu olduğunda akan sular durur benim için. Çünkü hayatta hiçbir şeye bu kadar inanmadım ben. Sadece bir hayal olsa bile diğer insanlar için, benim için tek gerçek o,hayatımdaki tek gerçek.

Yazmak kadar güzel bir şey daha yok bu dünyada. Sadece yazmak var benim için. Sorun da burada başlıyor zaten. Yazdıklarım artık beni tatmin etmedikleri için yeni arayışlar içindeyim. Artık onları birileriyle paylaşmam ve nerede olduğumu bilmem gerektiğini düşünmeye başladım.

Önce okuldaki edebiyatçıma gittim. Yazılarımın hepsini ona verdim okusun diye. Daha doğrusu bir senaryo yarışması için konu arıyordum. Belki aralarında işe yarar bir şeyler vardır dedik. Ama o okumadı bile. Hep sonra okurum dedi. Sonra annesi hastalandı, hastaneye yattı. Olan bana oldu. Ama ben bütün bunlardan çok önce verdim ona yazılarımı, yani hayatımı.

Sonra o, Orhan hoca. Eğer konuşmamış olsaydım ben, o gün sessiz sakin ders dinlemiş olsaydım bütün bunları yaşamayacaktık. Ama olmadı. Sonra yazılarımı da vermeyebilirdim ama güvendim işte. Sanki onu daha önceden tanıyormuşum gibi geliyor. Onun hakkında her şeyi biliyorum sanki.

Kızmamın nedeni de bu aslında. Benim bu kadar güvendiğim birisi bunu bana nasıl yapar? Biliyor benim cevap beklediğimi. Bunun benim için ne kadar önemli olduğunu. Ya da bilmiyor. Ya da sadece ben onu tanıyorum. Galiba oyunuma fazla daldım. Fazla kaptırdım kendimi masalıma.

Ama o ulaşabilirdi. Her şeyden önce ben o defterin sahibiyim. Ve o defter emanet. “haftaya getiririm” demişti bana. Bekledim o gelmedi. Belki işi çıkmıştır dedim. Daha sonra gelir dedim. Akşama kadar bekledim onu orada. Ama gelmedi. Daha sonraki iki hafta boyunca da gelmedi. Sınavları olduğunu öğrendim. Ama bir şekilde defterimi bana ulaştırabilirdi. Çok korktum. Ve eğer nefret etmem gerekiyorsa, korkmama neden olduğu için, beni korkuttuğu için nefret ediyorum ondan. Hiç gelmeyecek sandım. Bu sefer gitti yazılarım diyordum hep. Tam üç hafta boyunca ruh gibi dolaştım ben.

Okuldaki edebiyat öğretmenim beni çok üzdü. Çok kırıldım ona ve çok kızdım. Ama o sadece küçük bir kâğıt parçası tutuşturdu elime özrünü anlatan. Bütün o saçmalıkları yüzüme söyleseydi ben bu kadar dağıtmazdım kendimi. Ama yapmadı, onunla konuşmuyorum. O da benimle konuşmuyor. Hatta yüzüme bile bakmıyor. Bazen garip bir bakış atıyor sadece. Ama bendeki kırgınlığı görünce yaklaşmak yerine geri geri gidiyor.

Ondan nefret etmem gerekiyorsa eğer; tam o zamanda, tam ben yıkık dökükken olayıma tuz biber olduğu için nefret ediyorum ondan. Beni biraz daha üzdüğü için, mutsuzluğuma bir neden daha kattığı için nefret ediyorum ondan.

Aslında en çok da beni zorlayıp ondan nefret ettiğimi anlatan bir yazı yazmamı istediği için nefret ediyorum ondan!

Elif Ayvaz

2007

Mutluluk

.

Birçok insan mutsuz olduğunu anlatır. Bir sürü rahatsızlığı vardır. İstediği hayatı yaşayamamaktadır. Her şey ters gitmektedir. İstedikleri hiçbir şey doğru düzgün gitmemektedir. Hayatları yıkık döküktür, onlar için her şey kötüdür. Bu şartlar altında nasıl mutlu olabilirler ki onlar…


Mutsuz olan insanlar sahip oldukları değerleri fark etmedikleri için mutsuzdurlar bence. Bir ailen varsa bu büyük bir mutluluk kaynağıdır. Artık her şeyin kötü gittiğine gerçekten inanmaya başladığın bir gün yolda gördüğün küçük sevimli bir kelebek seni mutlu etmeye yetebilir aslında. Kelebek baharın habercisidir ve o soğuk günlerin ardından güzel bahar geliyordur. Bundan daha güzel ne olabilir ki…

İnsanlar mutlu olmayı bilmedikleri için mutlu olamıyorlar bence. Aslında mutlu olmak için büyük şeylere sahip olmak gerekmez. Dertlerini ve bütün insanların birer saçmalık diye üzerinde durmadığı ama senin bahsetmekten büyük keyif aldığın saçma fikirleri anlatabileceğin bir arkadaşın varsa hem mutlu olman hem de kendini şanslı sayman gerekir. Çünkü tek bir arkadaşa bile sahip olamadan koca bir ömür geçiren bir sürü insan var çevremizde.

Ben mutlu olmak için çok zengin olmanın da gerekmediğine inanıyorum. Yaptığın bütün hatalara rağmen hâlâ dimdik ayakta durabiliyorsan mutlu olman gerektiğine inanıyorum. Ve şu cümleyi de çok seviyorum:’ İnsanlar hayatları boyunca bir gül peşinde koşarlarken; ayakları altında ezilen papatyaları görmezler.’ Bu cümle küçük şeylerle de mutlu olunabileceğinin en büyük kanıtı bence.

Lütfen bir gül uğruna bütün bir ömrü heba etmeyelim. Küçük bir papatya da pekâlâ bizi mutlu etmeye yetebilir. Yeter ki görmesini bilelim ve gerçekten mutlu olmayı isteyelim.

Elif Ayvaz

2005

-mış

.

Yağmur olgunlaşmayı beklemeden
Yağmazmış!
Adam hüzünbaz oyunlara aldanmış
Küçük kedi körmüş
Kız oyunun kurallarını bozmuş

Anı Avcısı

.

Anı avcısı kız…
Anı toplar yüreklice
Gizli hayatlarda yaşar
Yerleşir yüreklere
Anı biriktirir gizlice…

Ağlar sessizce yağmurun altında
Çığlık atar sessizce
Durur kalır öylece

Paramparçadır kalbi
Yine sakin
Biraz fazlaca acı çekmiş
Yorgundur gülümseyişi
Gözleri…
Gözleri ona inat
Tutar hayatın
Kıyısından köşesinden
Anı avcısı kız
Anı toplar yüreklice…

Elif Ayvaz

Adamın Biri

.

O değil de biri papatyaların yapraklarını yolmuş!
Gördüm, küçük bir kız çocuğu ağlıyordu yolda.
Sordum, neden ağlıyorsun, diye...
Dedi bana, papatyalar bir daha açmayacak!
Adamın biri yapraklarını yolmuş.

Hayat, yine gece!

-


Bu dışlanmışlığımı neye bağlamalıyım acaba?
Kopukluğumu ya?
Bu kadar sıradanken sıra dışılığı mı?
Yok!
Sonu yok bu gidişin…
Yol değil bu tuttuğum.

Bazen diyorum keşke…
Keşke yaşıtlarım gibi işlese beynim…
Sevgilimi ölümüne kıskansam, aklımın bir yanı yeni çıkan pantolon da bir yanı da akmış makyajımda olsa. Keşke…
Hayat!
Beni neden bu karda çabuk büyüttün?
Beni neden sarıp sarmalamadın?
Neden saklamadın?
Hayat, öfke dolu oluşumu anlayabiliyor musun hayat?
Anlıyor musun kederimi?
Ben beş yaşında çoktan büyümüş bir çocuktum. Ben beş yaşında itildim kollarından. On iki yaşımda mahrum kaldım kokundan. On sekizimde kaçtım yollarından.
Hayat!
Tek sorumlusu sensin! Biliyorsun değil mi?
Tek sorumlusu sensin!

(Affedin, kalabalığa ihtiyacım var. Yine gece!)

Elif Ayvaz