Okuyucuma!



Sağlam dişler, bir de sağlam mide-

Budur dileğim senin için!

Sindirebildinse kitabımı,

Barıştı demektir benimle yıldızın!



Nietzsche



Eleştiri


Kaybettiklerimden ders almaya çalıştım bu güne dek. Üzüldüm elbet, fakat dik durmaya çalıştım her daim. Zor zamanlar geçirsem bile kimsenin önünde yılgınlık belirtisi göstermedim.
         Eleştiriler, övgülerden çok daha önemli oldu hayatımda. Hep de öyle olacak. Bir şeyi başarabiliyorsam, kolayca üstesinden gelebiliyorsam zaten sorun yoktur ortada. Ama başarmak/kotarmak için çok uğraştığım bir işte çok fazla eleştiri alıyorsam da biliyorum ki doğru yolda ilerliyorum. Çünkü en olumsuz eleştirilerde bile iyi bir yan görmeye, kendime bir sonuç-yol haritası çıkarmaya çalışıyorum. Nitekim bir sonraki denememde de güzel sonuçlarını elde edebiliyor olmamdan başardığım da anlaşılıyor.
         Neyse efenim gelelim konunun özüne: Ben insanlar neden bu kadar eleştirilmekten korkar bir türlü anlayamıyorum. Yani başkasını eleştirirken tamam, ama kendilerine gelince mi sorun var. Tuhaf doğrusu. Hem eleştiriden bu kadar kaçıyorlar hem de dikenli dilleriyle yalıyorlar etrafa saçılan şekerleri. Önce toplayıp sonra dağıtıyorlar; önce dağıtıp sonra topluyorlar.
Oysa kendine yapılmasını istemediğin bir şeyi başkasına yapma, demişler.
Anlamak ne zor tüm bunları, olanları…

İçten…


Evet, bir ikizler olarak bir sürü işi aynı anda yapıyorum. Bir sürü kitabı aynı zamanda okuyorum. Bir sürü şeyi aynı anda düşünüyorum. Bir anım bir anıma da uymuyor. Biliyorum. Evet, çok yorucu. Ama ben böylesini seviyorum ya. Beynimin, bedenimin çalıştığını hissediyorum çünkü. Hem hayat beklemek için çok kısa.
Bütün bunlara rağmen bir de hiç vaktim yok, şunu da yapamadım, bunu da yapmam lazım, daha buraya yetişeceğim diye de şikayet edip duruyorum.
Tamam, bazen çok da yorucu oluyor tüm bunlar. Oradan oraya koşturmak bedenimi de beynimi de çok yoruyor. Mesela tansiyonum hep düşükken daha da düşüyor. Yemek yemeği falan da unutuyorum bazen. Ama böyleyim işte. Değiştiremiyorum ki kendimi. 

Nefret



         Yıllar önce bir adam nefreti yazmamı istemişti benden. 16 yaşındaydım ve öfkeliydim. Üç sayfa yazdım nefretimi anlatmaya çalışan.
Olmadı.
         Nefret edebilen biri değilim çünkü. Olmamasının sebebi buydu. 23 yaşındayım. Yazmayı deniyorum yeniden.
Gecenin bu saatinde acaba nerededir, ne yapıyordur diye aklıma geldi birden. Ara ara aklıma gelir bu nefreti yazma olayı. Gülümserim. Şimdi nerede, ne yapıyor hiç bilmiyorum oysa ki. Ne telefon numarası var elimde ne de soyadı. Hiçbir şekilde ulaşamıyorum kendisine. Tek bildiğim adı: Orhan. Başka bir bilgim yok.
         Nefret yaşanan duyguların en canlısı. En hırslısı… En çok da can acıtanı. Bazen vücudumu yalayıp geçen bir duygu oluyor. Delicesine bir hınçla dolup taşıyorum. Ama bunun adının tam olarak “nefret” olduğundan emin değilim. Öfke belki, ama nefret değil. Bu duygu hâlâ bana çok uzak.
         …
         Hâlâ yazamıyorum nefreti. Deniyorum ama pek de başarılı olamıyorum bu konuda.
         16 yaşımdan beri nefret deyince aklıma gelen tek şeyse özlem. O adamı özlüyorum. Öykülerden, şiirlerden, şairlerden bahsettiğim o adamı özlüyorum. Şu an dünyanın neresinde, ne yapıyor hiç bilmiyorum. Çok kısa bir zaman için girmişti hayatıma ama onu çok özlüyorum. Onunla yaptığım sohbetlerin tadını hiç kimseden alamadığımdan belki de.
         Yeniden karşılaşma şansımız olabilse keşke…
         Bir tek şey biliyorum. Adı: Orhan…