Okuyucuma!



Sağlam dişler, bir de sağlam mide-

Budur dileğim senin için!

Sindirebildinse kitabımı,

Barıştı demektir benimle yıldızın!



Nietzsche



Yabancı

Kendini hiç bu kadar mutsuz hissetmemişti daha önce. Ayaklarının onu nereye götürdüğünü bilmeden yürüyordu yol boyunca. Nereye gittiğini de hiç düşünmedi, sorgulamadı... Başı dönüyordu. Bir elinde yarısı içilmiş bir şişe şarap vardı, diğer elindeyse kırmızı ayakkabıları. Bu ayakkabıları ne çok severdi. Onunla birlikte bu yabancı şehrin sokaklarında dolaşırlarken küçük bir dükkânda bulmuştu onu. Çok beğenmişti. Dükkânın önünden ayrılamamıştı bir türlü. O… Gülümsemişti hınzırca kızı dükkânın kapısına doğru çekerken. Almıştı o ayakkabıyı. Ondan kalan tek hatıraydı elinde. Yürüyordu kız. Yol onu götürüyordu. Ayakları acımaya başlamıştı. Taşlar batıyordu ayaklarına. Etrafındakileri algılamakta zorlanıyordu. İnsanlar ona garip garip bakıyorlardı. Bir grup genç ona laf atıyorlardı ama o ne dediklerini anlayamıyordu bile. Sadece etrafına boş boş bakmakla yetiniyordu. Birini arıyor gibiydi. Elinde kırmızı ayakkabıları… Ruju dağılmıştı. Şarap içti bir yudum daha. Dudaklarının arasından boynuna doğru süzüldü bir kısmı. Kırmızı…


Bir sokağa girmişti. Karşılıklı barlar vardı sokakta. Neon tabelalarının ışıkları altında bambaşka birer dünya gibi görünüyordu hepsi. Albenisi bol. Sokağın ortasında durup etrafına bakmaya başladı kız. Başı dönüyordu. Durdu yolun ortasında. Dönmeye başladı. Dünya dönüyordu. Hissedebiliyordu dünyanın döndüğünü, yer çekimini bile hissedebiliyordu şu an. Döndükçe etrafındaki nesneler de hareketlenmeye başladı. Döndükçe döndü, döndükçe döndü. Başı dönmeye başladı. Midesi de bulanıyordu. Gözleri bulanıklaştı. Yağmur dökülmeye başladı başından aşağı. Sanki biri durmuş da hortumla üzerine su fışkırtıyor gibiydi. Durdu. Etrafına bakmaya başladı. İnsanlar kaçışıyorlardı. Demek ki delinin birinin su fışkırttığı falan yoktu. Gayet de yağmur yağıyordu. Yeniden dönmeye başladı yağmurun altında. Gülümsüyordu. Yeni doğmuş bir bebek gibi hissediyordu kendini. Ama kirli… O gittiğinden beri kirlenmiş gibiydi. Ruhu kirletilmiş gibi…

Ellerini gökyüzüne doğru kaldırdı. Hem dönüyor hem de avcuna dolan yağmur sularını yüzüne çarpıyordu. Arınmıyordu ruhu, arınmıyordu bedeni. Bu lanet olası kirler çıkmıyordu bedeninden.

Yorulmuştu. Bütün o yaşadıkları yormuştu zayıf bedenini. Durdu birden. Başını iki eli arasına aldı, sıkmaya başladı. Beynindeki durmuyordu bir türlü. Durmak nedir bilmiyordu hiç. Döndükçe dönüyordu. Çığlık atıyordu adeta içinde. Çıldırmış gibiydi Elen. Başını sıkıştırmaya devam ediyordu elleri arasında. Çıldırmış gibi başını iki yana sallıyordu bir yandan da.

Bir ara başını çevirdi. İzlendiğini hissetmişti. Bir adam onu seyrediyordu yolun karşı tarafında. Sırılsıklam olmuştu o da. Yağmur… Aynı yağmur onun da üzerine yağıyordu. Bir kez daha inandı yağmurun gerçek olduğuna. Zaten etrafta elinde hortumu olan bir adam da yoktu. Kimse de kalmamıştı sokakta. Bir o bir de kendisini seyreden adam.

Adamın üzerinde bir ceket vardı. Altında da ince bir gömlek. Islanmadık bir yeri kalmamıştı onun da. Ama hayatından memnum görünüyordu nedense. Dudağının kenarındaki çarpık gülümseme de neyin nesiydi? Başka şartlarda olsaydı gayet de cezp edici bir adam ve gülüştü ama… Neyse önce kafasını toparlamalıydı Elen.

- Sen nereye bakıyorsun öyle? Diye çıkıştı adama.

- Buradan çok seksi görünüyorsun! Dedi adam.

‘Başka derdin yoktur zaten.’’ Diye homurdandı içinden Elen.

- Git işine be adam! Diye bağırdı ona.

- Ama yağmur yağıyor. Dedi adam.

- E n’apalım. Aynı yağmur senin üzerine de yağıyor.

- Çok ıslanmışsın.

- Sana ne be adam! Gitsene işine.

Adam gittikçe yaklaşıyordu Elen’e. Elen, çakılıp kalmıştı olduğu yere. Gitmek istiyor gidemiyordu. Adamı uzaklaştırmak istiyor, onu da yapamıyordu.

Adam geldi. Tam karşısında durdu. Çok yakınındaydı. Nefesini hissedebiliyordu. Güzel bir şeyler kokuyordu ağzı. Yeni yemek yemiş olmalıydı. ‘’Hımmm… Çok acıkmışım.’’ Diye mırıldandı kendi kendine. Dünden beri yemek koymamıştı ağzına.

Şimdi daha da yakınındaydı adam. Elen’in saçlarına dokunuyordu. Yüzüne yapışmış saçlarını geriye doğru attı. Büyülenmiş gibi bakıyordu kıza.

- Çok güzelsin. Dedi. ‘Ne işin var senin böyle pis bir yerde. Oysa daha küçücüksün.

- Ben… Ben kayboldum. Dedi Elen.

Adam yanağını okşamaya devam ediyordu Elen’in. Elen’in hoşuna gitmeye başlamıştı bu. Sabahtan beri hissettiği tek sıcaklık buydu. Öyle üşümüştü ki… Saatlerdir yürüyordu. Çok da yorgundu.

Adamın elleri boynunda dolaşıyordu şimdi Elen’in. Sonra tekrar yukarı yanağına doğru çıktı. Yavaş yavaş dudaklarına dokunmaya başladı. Sonra eğildi. Öptü kızı dudaklarından.

‘Hımmm… Tadı çok güzel.’’ Dedi içinden.

- Adın ne senin? diye sordu adam.

- Elen. Dedi kız. Sesi fısıltı gibi çıkmıştı.

- Elennn… Ben Jamie.

- Jamie.

Jamie tekrar öptü Elen’i dudaklarından.

- Çok üşümüşsün. Ama dudakların sıcak hala. Dedi.

Gülümsedi Elen.

Barlar Sokağı’nın orta yerinde öpüşmeye başladılar. Kız kendini bıraktı tamamen adama… Adam daha önceki hayatında bu kızı tanıdığından hatta sevdiğinden emindi adeta. Yemin bile edebilirdi bunun için. Yoksa nasıl açıklayabilirdi ki beş dakika önce adını bildiği bu kıza karşı hissettiği yoğun duyguyu?

Elen, sarhoştu. Gülmeye başladı birden. Gözlerinden yaşlar boşanıyordu. Ama o kahkahalarla gülüyordu.

- Elen… Sen, sen sarhoşsun!

- Üşüyorum.

- Gel. Gidelim…

- Nereye gideceğiz?


- Evime. Şurada, çok yakın. Dinlenirsin biraz. Hem ısınırsın da,

üşümüş olmalısın.

- …



Elen, Jamie’nin koluna iyice yaslanmıştı. Jamie durumdan memnun görünüyordu. Yüzünde belli belirsiz bir gülümseme vardı. Onu bulmuştu sonunda. Yeniden. Adının Elen olduğunu söylemişti ama biliyordu onun asıl adı bu değildi. Asıl adı Mary’di. Onun biricik sevgilisi. Adının geçmişte bu olduğuna yemin edebilirdi. Aynı şekilde yolda yağmur altında karşılaştıklarına ve onu evine götürürken koluna nasıl yaslandığına, az sonra da olacağı gibi kendi yatağında nasıl uyuduğuna. Hepsine yemin edebilirdi. Biliyordu. Önceki yaşamında birlikte olduğu kadını yeniden yeryüzüne göndermişti Tanrı. Nedeni bilinmez. Belki de hatalarından ders alıp almayacaklarını deneyecekti. Bilinmez…

Elen çok yorgundu. Yüzü solmuştu. O kadar yorgundu ki tanımadığı bu adamın kolunda nereye gittiğini bile umursamıyordu. Neresi olursa olsun, sadece uyumak istiyordu Elen. Sadece uyumak… O kadar çok yol yürümüştü o kadar çok ağmıştı ki yorgunluktan bacakları titriyor, ayakları sızlıyordu. Gözleri… Gözpınarları çoktan kurumuştu. Ağlamayı sürdürüyordu hâlâ. Ama boğazından sadece bir hıçkırık yükseliyordu artık. Gözleri nasıl da acıyordu böyle?! Ağlamaktan şişmiş ve kıpkırmızı olmuştu.

Şimdi Jamie denilen bu adamın kolunda –onun söylediğine göre- onun evine gidiyorlardı. Hiç önemi yoktu şuan. Sadece biraz ısınmak ve uyumak istiyordu. Bir baraka olsa bile razıydı.

- Tanrım, ne kadar da yorgunum, diye mırıldandı.

Jamie bunu duymuştu. Neşeli bir şekilde konuştu:

- İşte geldik, sana evimin yakın olduğunu söylemiştim.

Elen başını kaldırıp baktığında yukarı doğru yükselen merdiveni gördü sadece. Gözleri faltaşı gibi açılmıştı:

- Off… Ne kadar da çok merdiven var. Ben… Ben bunu yapabileceğimi sanmıyorum. Ben çok… Çok yorgu…

Cümlesini tamamlayamadan başı önüne düştü Elen’in. Jamie onun kolundan tutmuyor olsa başına iyi şeylerin gelmeyeceği kesindi. Bayılmıştı. Vücudu gevşemişti iyice.

- Ahh… dedi Jamie. ‘Peki.’

Kucağına aldı Elen’i. Başını göğsüne yasladı. Sol kolunu da boynuna doladı. Yavaş yavaş, onu sarsmamaya özen göstererek yukarı doğru tırmanmaya başladı merdivenlerden. Yukarı çıktığında kapının önünde biraz soluklandı Jamie. Bir elini duvara dayamıştı. Duvardan destek alıyordu. Biraz dinlendikten sonra sağ cebini karıştırmaya başladı:

- Nerede bu kahrolasıca anahtar? Diye tısladı sinirle. ‘Hah!’ dedi en sonunda. Bulmuştu.

Kapıyı açıp içeri girdi. İçerisi çok karanlıktı. İçeriye hızlıca bir göz attı önce Jamie. Camın önündeki akasya ağacının gölgeleri oynaşıyordu içeride. Işığı açtı ve yatağa doğru yürümeye başladı. Yavaşça yatağa yatırdı Elen’i.

Sırılsıklam olmuş, diye fısıldadı. Üşümüş olmalıydı. Nabzını yokladı sonra elini boynuna koyarak. Yavaş atıyordu. Bu şekilde uyuyamazdı. Üzerini değiştirmesi lazımdı.

Dolaptan yünlü pijamalarından birini çıkardı Jamie. Bir de havlu aldı çekmeceden. Yatağın üzerine Elen’in hemen yanına oturdu Jamie. Saçlarını kuruluyordu. Bu pek işe yaramayacaktı –saçları çok gürdü, üstelik simsiyah- ama saç kurutma makinesi hem onu rahatsız edebilir ve o uyanabilirdi. Jamie ‘Bu en iyisi.’ Diye düşündü. Devam etti saçlarını kurulamaya. Yeterli olduğuna kanaat getirince üzerindeki elbiseyi çıkarmaya başladı Elen’in. ‘Eskiden de kırmızıyı çok severdi.’ Diye geçirdi içinden. Bunu yaparken onu incitmemeye çalışıyordu. Çok yavaş olmalıydı. Üstelik onu uyandırmaması da gerekiyordu. Tamam, kötü bir niyeti yoktu ama o, bu durumda onu yanlış anlayabilir ve en önemlisi de korkabilirdi. Ağır ağır sürdürdü işini. Elbisenin düğmelerini açmayı bitirip üzerinden sıyırdığında titremeye başladı Jamie. Az daha çığlık atacaktı. Neyse ki kendini tutmayı başarabilmişti. Şimdi gerçekten emindi işte. Bu, oydu. Mary… O leke… Sağ omzunda bir doğum lekesi vardı. Tıpkı Mary’ninki gibi. Aynı yerde aynı büyüklükte…

— Tanrım, çok teşekkür ederim, diye fısıldadı Jamie başını tavana doğru kaldırarak.

Bir an ‘İç çamaşırlarını da çıkartsam mı acaba?’ diye düşündü Jamie. Her ne kadar o Mary de olsa şuan bu pek doğru olmayabilirdi. Ama dokunduğunda onların da tamamen ıslak olduğunu fark etti. Artık acaba diye düşünmesine gerek kalmamıştı. Yapmak zorundaydı. Hastalanabilirdi yoksa.

Onları da çıkarttıktan sonra birkaç saniye önündeki bedeni seyretti Jamie. Ne kadar da özlemişti bu bedeni?! Ne kadar uzun zaman olmuştu ona dokunmayalı… Yine acele etmeden kendi pijamasını giydirdi ona. Saçlarını biraz daha kuruladı sonra. O da yorulmuştu en sonunda. Esnemeye başladı. Üzerini sıkı sıkı örttü Elen’in. Ve odanın öbür ucundaki kanepeye gitti. Kanepenin üzerinde bir battaniye duruyordu. Dün gece burada yatmıştı Jamie. Zaten o yatağı hiç kullanmıyordu ki…

Jamie kanepede uyudu her zamanki gibi. Rüyasında Mary’i gördü. Her gece gördüğünün aynısıydı bu rüya. Aynı bar. ‘Rain Sound.’ Mary ismini çok severdi bu barın. Yağmur sesi. Ama Barlar Sokağı’nın en lüks barıydı. Herkes giremezdi oraya. Şehrin en zenginlerinin gittiği yerdi. Jamie her ne kadar buraların tek kitapçısı olsa da oraya gidebilecek pek parası olmazdı. O hep orta sınıf bir bara giderdi. Ama Mary çok istemişti oraya gitmeyi. Jamie’nin içinde büyük bir sıkıntı olmasına rağmen kıramamıştı onu.


- Hayatım, haydi biraz acele et. Bak, saat kaç oldu!

- Geldim geldim. Niye bu kadar acele ediyorsun ki? Hiç anlamıyorum seni doğrusu.

- Bu gece bir an önce bitsin istiyorum çünkü. İçimde bir sıkıntı var. Sanki biri içimi buruyor.

- Yine kurmaya başladın Jamie. Sakin ol lütfen. Güzel bir gece olacak bu. Göreceksin.

- Göreceğim.

- Göreceğiz.

Mary merdivenlerin başında göründüğünde Jamie bahçe kapısının önünde elleri ceplerinde bir aşağı bir yukarı yürümekteydi. Üzerinde siyah bir smokin vardı. Bunu giymeyi hiç sevmezdi, o rahat giysilere alışık bir adamdı. Bir kazak ve bir pantolon, hepsi bu. Ama böyle özel günler içinde hep temiz tutardı bu giysiyi. Yılda bir kez de giymek zorunda kalırdı.

Ayak seslerini duyunca başını merdivenlerden yukarı doğru çevirdi Jamie.

— Aman Tanrım! Diye küçük bir çığlık attı kendini

tutamayarak. Mary o kadar güzel görünüyordu ki o anda. Tanıştıkları gün de aynı kırmızı elbise vardı üzerinde. Ama o gün bu kadar güzel gözükmemişti gözüne. Makyajı akmış, ıslak bir kızdı gördüğü sadece. Hatta bu giysinin ona yakışmadığını bile düşünmüştü Jamie. ‘Kadınlar niye kendine yakışmayan bir giysiyi giymekte ısrar ederler ki?!’ diye düşündüğünü hatırlıyordu Jamie. O günden sonra da hiç giymemişti bu giysiyi. Varlığını bile unutmuştu onun. Ama bugün o kadar güzeldi ki… Büyülenmiş gibi bakıyordu Mary’e. O simsiyah saçlarını sarmıştı bugün. Uçları dalgalı dalgalıydı. Oysa her zaman hippiler gibi dümdüz tarardı. Merdivenlerden aşağı inerken saçları rüzgarda uçuşuyordu. Yüzüne hafif bir makyaj yapmıştı. Dudakları ışıl ışıldı ve çok güzel parlıyordu. Üzerine omuzlarının ancak yarısını örtebilen bir şal almıştı Mary. Elbise incecik ip askılıydı ve göğüslerini tam sarıyor, belinde daralıyor ve aşağı doğru da kalçalarını hafifçe sararak dizlerine doğru salınıyordu. Dizlerinin hemen altında da sona eriyordu. Ayağında

–yine- kırmızı ince topuklu bir ayakkabı vardı. Bu ayakkabılar onu hem uzun hem de biraz zayıf göstermişti. Ayakkabıların topukları o kadar inceydi ki üzerindeki ayaklar zayıf ve narin olmasalar kırılacak gibi duruyordu. Ama Mary’nin ayak bilekleri çok narindi. Asla kötü durmamıştı bu ayakkabı onun ayağında.

- Çok güzel görünüyorsun, dedi Jamie yutkunarak.

Mary küçük bir kız çocuğu gibi kıkırdadı önce:

- Sen de çok şık olmuşsun, dedi sonra.

- Gidelim mi? Dedi Jamie kolunu uzatırken.

- Gidelim hayatım, dedi Mary yavaşça Jamie’nin koluna girerken.

İkisi de çok mutlu görünüyorlardı.

Rain Sound, Barlar Sokağı’nın en sonundaydı. Jamie’nin evi ise Barlar Sokağı’nın sonundaki meydanın en sonundaydı. Uzak değildi ama onlar bu anın tadını çıkarırcasına ağır ağır ilerliyorlardı.

Bara varıncaya kadar bir daha hiç konuşmadılar. İkisi de çok heyecanlıydı aslında. Jamie belli etmeden arada bakıyordu Mary’e. Sanki onu ilk kez görür gibiydi, sanki onca zamandır sevgili değillermiş gibi… Mary hem onu izlediğinin farkında değilmiş gibi hem de her şeyin farkındaymış gibi duruyordu. Aklından ne geçirdiğini kestirebilmek ise olanaksız görünüyordu.


Barın kapısına geldiklerinde kapıdaki adama doğru bakarak:

- Selam Jack, dedi Jamie. Zira burada tüm korumalara böyle seslenirlerdi insanlar. Adları ne olursa olsun…

Jack tepki vermedi. Alışıktı buna. Neredeyse kendi adını bile unutmak üzereydi zaten. Burada çalışmaya başlayalı öyle uzun zaman olmuştu ki… Şu Jamie’nin bile çocukluğunu, ergenlik çağını bilirdi. O yüzden artık kendi adını söyleme gereği bile duymuyordu.

Geçtiler gittiler önünden. Mary ne kadar da güzel olmuştu bu gece… Bu Jamie şanlı adamdı doğrusu.



İçeri girdiklerinde etrafta boş bir masa aradılar kendilerine. Jamie sakince bir yer olması için her yere iyicene bakınıyordu. Zira içindeki sıkıntı hâlâ geçmemişti. ‘Ne olurdu ne olmaz, belki kavga falan çıkar, bizim bulaşmamamız lazım.’’ Diye düşündü. En sonunda köşedeki masayı karar kıldı kendince. Mary de onaylayınca oraya yöneldiler hemen. Sandalyesini Jamie tuttu Mary’nin.

Yüzünde çok hoş bir gülümseme belirdi Jamie bunu yaparken.

- Bayım! Bu gece çok kibarsınız, diye takılmadan edemedi Jamie.

Jamie:

- Sizin gibi güzel bir bayana bütün bunlar az bile, dedi Jamie küçük bir tebessümle.

Oturduklarında gençten bir garson yaklaştı masalarına:

- Hoş geldiniz efendim. Ne alırdınız? Diye sordu olabildiğince kibar görünmeye çalışarak. Dişlerini sıkıyordu ama konuşurken. Tüm bunlardan sıkıldığı o kadar belliydi ki… Jamie aklındaki tüm kötü düşünce ve tahminleri kovuşturdu kafasından. Mary’e doğru eğilerek:

- Ne içmek istersin tatlım? Dedi

- Şarap… Kırmızı şarap içmek istiyorum bu gece, dedi Mary.

- İki kırmızı şarap o zaman, dedi Jamie.

Gevşemeye başlamıştı. Şimdiye kadar bir şey de olmamıştı. İçindeki sıkıntı geçmemişti ama herhangi bir olay olacağa da benzemiyordu. Ortalık anormal derecede sakindi. Hem ne olabilirdi ki?! Kendini Mary’e bırakmaya karar verdi. Bu gece güzel olacaktı.

Bütün gece gözleri birbirinden ayrılmadı ikisinin de. Birbirlerine kenetlenmişlerdi adeta. Çok mutlu görünüyorlardı. Kâh şakalaşıyorlar kâh sarmaş dolaş dans ediyorlardı. Gecenin sonuna doğru Mary iyice sarhoş olmuştu. Sürekli gülüp duruyordu. Çok değildi içtiği ama o bir kadehte bile sarhoş olabilirdi. ‘Niye dikkat etmedim ki sanki?’’ diye kızdı kendi kendine Jamie.

Yandaki masayla ilgilenen garson giderken seslendi ona. Hesabı istedi. Garson gelinceye kadar da Mary’i hazırlamaya çalıştı. Ama öyle sarhoştu ki Jamie’nin ne yaptığını anlamıyor, ya ona direniyor ya onunla şakalaşıyordu.

Hesabı ödeyip güç bela dışarı çıkardı Mary’i. Gerçekten çok sarhoştu. Onu zapt etmekte zorlanıyordu Jamie. ‘Ah, bir eve varabilsek!’’ diye geçirdi içinden. Bir ara dinlenmek için durduklarında Mary sıyrıldı Jamie’nin elinden. Koşmaya başladı önce. Sonra durdu yolun orta yerinde. Ve dönmeye başlamıştı. Yüzünü aya çevirmişti. Gülüyordu, kahkahalarla gülüyordu. Jamie olduğu yerden onu izliyordu, sonra bir saniyeliğine gözlerini kapadı. ‘Dur artık Mary…’’ diye geçirdi içinden. Ve korkunç bir gürültüyle gözlerini açtı. Mary…

Mary yerde boylu boyunca yatıyordu. Kolu yana doğru kaymış, yüzü toprağa dayalı, eteği hafifçe yukarı kaymış… Başını çevirdiğinde Jamie uzaklaşan bir araba gördü sadece. Ne ara olmuştu bu anlayamamıştı bir türlü. Sadece gözünü kapayıp açmıştı ve o adam Mary’e çarpıp kaçmıştı. Mary orada öylece yatıyordu.

Gürültüyü duyan insanlar Mary’nin etrafına toplanmaya başladılar. Jamie olan biteni hala izlemekle yetiniyordu. Kıpırdayamıyordu bir türlü yerinden. Şimdi Mary’nin başı o kadar kalabalıklaşmıştı ki onu ancak insanların bacak aralarından görebiliyordu. Yarım yarım… Bir ara bir dalgalanma oldu kalabalığın arasında. Biri ambulans çağırmıştı. Gelen ambulansa yol açabilmek için geri geçiliyorlardı. Ancak o zaman görebildi Jamie, Mary’nin yüzünü. Yüzü Jamie’e dönüktü. Gözlerini ona dikmişti. Dudaklarındaki o güzel gülümseme hâlâ duruyordu. Ama farklı bir şey vardı. Dudağının kenarından bir şey sızıyordu. Kan... Kırmızı… Alabildiğine kırmızı…

Mary’nin sedyeye konuluşunu hiç kıpırdamadan seyretti Jamie. O kelimeyi duyuncaya kadar da kıpırdamadı yerinden. Gözünü bile kırpmadı.

‘Ölmüş…’’ dedi adamın biri. Ölmüş. Ölmüş. Ölmüş. ÖLMÜŞ…

Kendine geldi birden Jamie. Ambulans kalkmak üzereyken atladı ambulansın arkasına.

Ağlıyordu.

- Mary, Mary… Aç gözlerini bebeğim. Hadi, aç gözlerini…

Yanındaki görevli omzuna elini koydu o hıçkırıklara boğulurken. Sayıklamaya dönüşmüştü söyledikleri. Artık anlaşılmıyordu.

- Evlat, o öldü. Yapacak pek bir şey yok aslında. Resmi prosedürler yapılır ancak. İfade falan verirsin sende.

- Mary… diye inledi Jamie.

Bundan sonrasını da çok fazla hatırlamıyordu zaten. İfadesini almışlardı ama ne söylediğini bile hatırlamıyordu. Sayıklıyordu. Ağlıyor, bağırıyor bazen de gülüyordu. Kriz geçiriyordu. Doktorlar ona bir sakinleştirici iğne yapmak istediklerini söyledikler. Kabul etmemişti. Hiçbir şeyi kabul etmiyordu zira. Bunu nasıl kabullenebilirdi ki? Bu nasıl kabullenilirdi?

Doktorlar iğneyi yaptıklarında hâlâ adını sayıklıyordu onun. Zor oldu uykuya dalması. Sabah uyandığında nerede olduğunu anlayınca bir çığlık koptu yüreğinin ta en derininden. Hatırlamıştı. Hepsini.

- Mary…







Bu çığlıkla birlikte uyanırdı her gece. Yine aynı şey oldu. Hıçkırıyordu. Elen’e baktı Jamie. Onu uyandırmaktan korkmuştu. Sabah olmak üzereydi. Üzerine bir şeyler geçirdi ve dışarı çıktı. Aşağıya dükkânına indi biraz kapının önünde dikildikten sonra. Bu saatten sonra uyumasının mümkünatı yoktu zaten. Kitaplarına sığınmalıydı…

Yerleri paspasladı Jamie. Yıllardır bu rüyayı her gün görüyordu neredeyse. Ama tuhaf bir şey olmuştu. Son üç gündür hiç görmemişti. Rahatlık da değildi içindeki huzursuzlukta. Anlam veremiyordu bir türlü buna. İç sıkıntısına da benziyordu oysa boşvermişliğe de. Sonra Elen çıktı geldi. ‘Dünya ne garip!’ diye düşündü birden.


Bir yandan da işine devam ediyordu. Yeni gelen kitapları dizdi vitrine daha sonra. Epey vaktini almıştı bu. Gün iyice ağarmaya başlamıştı. Etraftaki esnaf da yavaş yavaş dükkânlarını açmaya başlamıştı artık. Yorulmuştu Jamie. Bir kahve aldı kendine.

Rüyayı gördükten sonra birkaç saat atamıyordu üzerinden bu dalgınlığı. Elen içeri girmiş ona sesleniyordu kendine geldiğinde. Kahvesi soğuyup gitmişti masanın üzerinde. Yarısına kadar anca içmişti oysa.

Gülümsedi onu öylece karşısında görünce. Pijamayla inmişti aşağıya. Onun pijamalarıyla. Uzun gelmişti ona. Paçalarını ve kollarını kıvırmıştı o da. Çok sevimli görünüyordu böyle: küçük bir kız gibi…’Niye böyle indi ki?’’ diye düşündü sonra. ‘Ya ne yapsaydı, ıslak gece elbisesiyle mi inseydi aşağıya?!’ diye kızdı kendine sonra. Düşüncelerinden zor zahmet sıyrılarak

‘Günaydın.’’ Dedi ona.

- Günaydın. Dedi Elen. Elbisem kurumamıştı, dedi sonra sanki aklından geçenleri okuyormuş gibi.

Utandı Jamie.

- Önemli değil. Ayarlarız sana giyecek bir şeyler kahvaltıdan sonra, dedi.

- Teşekkür ederim. Dedi Elen. Ayrıca bana evini açtığın için de teşekkür ederim.

- Çok sarhoştun, dedi Jamie.

Yüzünü buruşturdu Elen.

- Kaç şişe içtiğimi hatırlamıyorum, dedi zoraki gülümseyerek.

Gözlerine bir hüzün yerleşmişti birden. Onun da bir hikayesi var, diye geçirdi içinden Jamie.

- Neyse, acıkmışsındır sen. Gel yukarı çıkalım da kahvaltı yapalım.

- Tamam, dedi Elen. Çok açım.



Jamie çay demledi. Peynirli krep pişirdi. Domates dilimlerken bir yandan bir şarkı mırıldanıyor arada da Elen’e burası hakkında bilgi veriyordu. Zeytin çıkardı sonra. Reçel koydu masaya.

Elen sürekli ‘Bu kadarı yeterli.’’ Diyip duruyordu.

Jamie de ‘Kahvaltı en önemli öğündür.’’ Diye tekrarlıyordu ona her seferinde.



En sonunda oturdu Jamie masaya. Sanki kırk yıldır birbirlerini tanıyorlarmış gibi sohbet ediyorlardı şimdi. İkisi de mutlu görünüyordu üstelik. Jamie bir yıldır hiç böyle eğlendiğini, gülümsediğini hatırlamıyordu. Elen bir daha asla bir erkekle yan yana gelmeyeceğim dediğinin üç gün sonrasında bir erkekle kahvaltı masasında kahkahalarla gülüyordu.



- Ne garip bir kızsın sen böyle, dedi Jamie.

- Bilmem… Dedi Elen.

- Bir yıldır hiç bu kadar eğlendiğimi, güldüğümü hatırlamıyorum, dedi Jamie.

- Kötü bir olay mı yaşadın? Diye sordu Elen.

- Evet, kız arkadaşımı kaybettim.

- …

- Trafik kazası… Bir araba ona çarptı, kaçtı.

- Çok üzüldüm…

- Ben de…

- Herkesin bir hikâyesi var. Ama iyi ama kötü. Ama tatlı ama acı… Hayat, yaman bir çelişki…

- Peki, senin hikâyen ne Elen?

- …

- Benim ki çok da önemli bir hikaye değil Jamie. Anlatmaya bile değmez. Vaktini almak istemem boşuna.


- Vakit, burada en bol bulunan şeydir, dedi Jamie gülümseyerek. Öğreneceksin sen de. Anlat hadi.

Derin bir iç çekti Elen; konuşmaya başlamadan önce çayından bir yudum daha aldı:

- Küçük bir kasabada doğdum ben. Annem ev hanımı. Aslında ana sınıfı öğretmeni olacakmış, tabii okulu bitirseymiş. Babamla tanıştıktan kısa bir süre sonra üniversiteyi yarıda bırakmış ve babamla evlenmiş. Babam… O bir memur ve katı bir katoliktir.



O küçük kasabada büyüdüm. Liseyi bitirmek üzereydim, okulun son günleriydi. Hoşlandığım bir çocuk vardı o zamanlar, adı Joseph. Babam, evin arka bahçesinde bizi öpüşürken yakalamıştı. Başka bir şey yapmamıştık, sadece öpüşüyorduk. Ama bu babamın delirmesine yetti, çekip aldı beni onun kollarından. Bana bir tokat attı, ilk kez vurmuştu bana, sonra da onu kovdu. Hıçkırmaya başlamıştım ben, elim yanağımdaydı ama ben acı falan hissetmiyordum orada. Acıyan başka bir şeydi. Çok utanmış ve üzülmüştüm. Çok âşıktım ben ona. Bir çocuk gibi, saf bir sevgiydi içimdeki…



O günden sonra babam benimle hiç konuşmadı, annem duyunca çok kızdı, o da bir süre konuşmadı ama sonra babamın istek ve emirlerini o iletmeye başladı bana. Okul bitmek üzereydi, Joseph’i sadece okulda görebiliyordum ama utancımdan onunla konuşamıyordum bile. O da gelip benimle konuşmadı hiç! Okul bittiğinde babam (Elen, babası gibi sesini kalınlaştırdı): ‘Evden dışarı adımını atmayacak!’’ dedi evin içinde gürleyerek. Annemin bunu gelip söylemesine gerek yoktu. O zaten bütün duvarları bile titretmeye yetmişti. Hiç çıkmadım evden, ruh gibiydim. Beynimin içinde sürekli ‘Ben kötü bir şey yapmadım!’’ diyen sesim yankılanıyordu ama ağzımı bıçak bile açmıyordu.



Sabah kalkıyordum – sofraya her öğün eskizsiz oturmak zorunluydu ve babam öğlenleri de yemeğe gelirdi – yemek yer gibi yapıp sonra cam kenarındaki o yeşil koltuğa oturuyordum. Bütün gün kıpırdamadan, donuk bakışlarla dışarısını seyrediyordum. 17 yaşındaydım o zamanlar, tam üç ay sürdü bu böyle.



Sesleri duyuyordum ama algılamamda sorun oluşmaya başlamıştı. Söylenenleri ya hiç anlamıyordum ya da saatler sonra anca anlayabiliyordum. O cam kenarında günlerimi tüketirken olup bitenlerin pek de farkında değildim. Ama bir sabah bir şey oldu. Doğum günüme iki gün vardı o zaman. Babam odasında giyinirken anneme bir şey söyledi: ‘18’ine girdiği gün eşyalarını toplayıp gitsin bu evden!’’ Anlamıştım, tek söylenişte anlamıştım. Babam evden gitmemiş söylüyordu. Annem ‘O bizim kızımız.’’ Gibi birkaç cümle kurdu, o an tam anlayamadım onun söylediklerini. Sadece o cümleyi, babamın söylediğini doğru düzgün anlayabilmiştim. Hiç sesimi çıkarmadım, yanağımdan aşağı bir damla yaş süzüldü sadece. Ondan sonra da hiç ağlamadım yıllardır ta ki dün geceye kadar.

Durdu Elen, derin bir nefes aldı sonra yine konuşmaya başladı:

- Seni sıktım, değil mi?

- Yoo, hayır, dinliyorum ben. Devam et lütfen.

Birkaç saniye ellerini seyretti Elen. Kirpikleri ne kadar da uzundu öyle! Konuşurken gözlerini kırpıştırıyordu. Mary gibi diye geçirdi içinde Jamie.

- Annem hiçbir şey söylemedi doğum günüme kadar. O gün geldiğinde babam kahvaltıdan sonra sordu ona: ‘Söyledin mi?’ Annem: ‘Yarın sabah söyleyeceğim.’’ Dedi. Sesi titriyordu ve ben o gün her şeyi gayet net bir şekilde anlayabiliyordum. Algılarım açılmıştı, yeniden o eski Elen gibi hissediyordum kendimi. Yine bütün gün o cam kenarında oturdum ama. Akşam yemeğinden sonra odama çekildiğimde valizimi hazırlamaya başladım. Birkaç eşya aldım kendime, diş macunu, tarak falan da koydum. Biraz birikmiş param vardı, daha doğrusu bir fast food dükkânında çalışıyordum hafta sonları ve yaz tatillerinde. Üniversite için biriktiriyordum o parayı. Ama sınava bile giremedim.

Gülümsedi Elen. Gözleri dolmuştu, masadaki peçetelerden birini aldı ve devam etti anlatmaya:

- Annemi seviyordum. Ona bir not yazdım:

‘Anneciğim;

Babamın iki gün önce söylediği o cümleyi duydum. Ben hala kötü bir şey yapmadığımı düşünüyorum. Sadece âşık olmuştum. Gidiyorum anne… Senden duymak istemedim.

Ve iyi ki onun gibi katı bir Katolik değilim. Hatta anne, lütfen babama söyle: ben Katolik bile değilim. Bugün onun gibi olmaktansa en korktuğum şeyi; dinsiz olmayı seçiyorum. Ben gencim anne, benim de duygularım var ve âşık olmuştum, ilk kez değişik duygular duyumsuyordum içimde. Ama babam beni sanki dünyanın en büyük günahını işlemişim gibi cezalandırdı. Gidiyorum anneciğim. Seni bu kadar üzdüğüm için affet beni, n’olur…

Onun karşısında durabildiğim için mutluyum bugün. Umarım bir gün sen de yapabilirsin bunu. Hatta o çok özlediğin öğretmenliği bile yapabilirsin. Sadece başını kaldır ve kendine güven anne.

Evet, beni sevdiğini biliyorum. Babamı da sevdiğin için böyle oluyor, o yüzden seni böyle sindiriyor, biliyorum. Umarım anne, umarım bir gün…

Seni seven Elen.’’



Sonra da ayrıldım işte evden. Kafandaki sorulara gelince Jamie; annem babama âşıktı ve ondan çok korkardı. Çünkü edilgen bir kadındı, babam onu bırakıp gitmekle tehdit ederdi hep, o da korkardı işte. Adı da aşk işte! Babamın yüzünden bırakmış okulu hem de okul birinciliğine oynarken, inanabiliyor musun? Çünkü babam öyle istemiş, onun çalışmasına ihtiyacı yokmuş çünkü. Geliri oldukça iyiydi. Ama annem günden güne eriyordu, çöküyordu ve o bunu fark edemiyordu. Ben birkaç kez bunu annemle tartışmaya çalıştım fakat babama o kadar çok bağlıydı ki kendi mutsuzluğunu bile görmeyi reddediyordu ve tabii benimkini de görmemek için kapadı gözlerini.



Durdu Elen. Başını ellerinin arasına almıştı.

- Neden durdun? Dedi Jamie. Devam et.

- Yoruldum.

Ağlıyordu şimdi.

Elen hıçkıra hıçkıra ağlıyordu, Jamie kendini çok çaresiz hissediyordu şimdi. Kadınlar onun yanında ağlamasalar çok daha güzel bir dünya olurdu onunkisi. Ağlayan kadının yanında eli ayağına dolanırdı hep, ne yapması, nasıl davranması gerektiğini bir türlü kestiremezdi.


— Elen… Elen, seni üzdüğüm için özür dilerim. Ben… Bak, ben çok özür dilerim. Hay aksi! Koca aptalın biriyim ben. Ne yapsam, nasıl sakinleştirsem seni…

Elen, onu öyle görünce gülümsedi birden. Ne kadar da panik olmuştu böyle. Sadece ağlıyordu oysa o. Ailesinin böyle bir olay yüzünden ona sırt çevirmesi canını çok yakıyordu, evet. Yıllar geçmesine rağmen hem de. Ama o nasıl da telaşlandı böyle. Ağlarken bir yandan da bunları geçiriyordu içinden.

— Tamam, ben iyiyim. Uzun zamandır ağlamıyordum sadece ve uzun zamandır bunları kimseye anlatmamıştım. Tamam, Jamie. Tanrım, sen ne kadar da panik yaptın böyle.

Onu öyle görünce deli gibi gülmeye başladı Elen. Jamie kızın yüzüne öylece bakakaldı. ‘Ne kadar tuhaf bir kız bu böyle!’’ diye geçirdi içinden. Ama Elen hala gülüyordu, dayanamadı sonra. O da Elen’le birlikte gülmeye başladı en sonunda.

Şimdi ikisi de akıllarını kaçırmış gibi gülüyor, tepiniyor, gülüyor, yerlerde yuvarlanıyorlardı. Bir süre sonra ikisi de sakinleşmişti, ama ikisinin ağzını da bıçak açmıyordu. Sessizliği bozan Jamie oldu sonunda:

— Kasabayı gezdireyim mi sana? Hem sen de biraz hava almış olursun.

— Ne iyi olur. Hadi gidelim, dedi Elen. Az önceki üzüntüsünü unutmuş küçük bir kız çocuğu gibi görünüyordu şimdi. Annesinin üzülüşüne dayanamayıp onu mutlu etmek adına aldığı dondurmaya sevinen küçük bir kız çocuğu gibi. ‘Ama gidemem ki. Böyle mi gideceğim? Senin pijamalarınla…’’ dedi sonra. Birden yüzü asılmıştı.

— Hımmm… Doğru. İki dükkân ötede bir butik var. Oradan bir şeyler ayarlarız sana önce, sonra gezeriz, olmaz mı?

— Olur, dedi kocaman gülümseyerek.

Az ötedeki butikten Elen’e göre birkaç parça gündelik giysi, iki takım pijama aldılar. Jamie bu işten anlıyordu. Elen hiç sesini çıkarmadan onun gösterdiği bütün giysileri denedi. Çok zevkli bir adamdı doğrusu, şık ama sade kıyafetler seçmişti hep. Elen de bundan olsa gerek sesini çıkartma gereği duymamıştı, zaten hâlâ çok yorgundu, ‘Öl.’’ dese ölebilirdi şuan. Oradan çıktıktan sonra temizlik malzemesi satan bir dükkâna girdiler. Elen için şampuan, sabun, diş macunu gibi şeyler aldılar. Aldıkları eşyaları eve bıraktıktan sonra da kasabayı dolaşmaya çıktılar. Jamie hem insanlar hakkında bilgi veriyor hem de onlarla yaşadığı komik olayları anlatıyordu. İkisi de mutlu görünüyordu, mutlu ve huzurlu… Sanki kırk yıldır tanışıyor gibiydiler. Hediyelik eşya satan bir dükkânın önünden geçerken Jamie birdenbire durdu. Dükkânın vitrininde güzel bir ayna görmüştü. Onu da aldılar. Adam makyaj malzemesi falan da çıkardı. Elen beğendiği şeyleri aldı, bu kez Jamie karışmadı. ‘İşte bundan hiç anlamam.’’ dedi gülümseyerek. ‘Resmen daha dün gece tanıştığım adamın evine yerleşiyorum. Sonum hayırlı olur umarım.’’ diye geçirdi içinden.

Bütün kasabayı dolaştıktan sonra eve geldiler. Yiyecek bir şeyler hazırlayıp yedikten sonra yine sohbet etmeye başladılar. Bir yandan da Elen’in yaptığı kahveleri yudumluyorlardı. Birden

— Sana hikâyemin devamını anlatayım mı? dedi Elen.

— Ağlamayacaksan olur, dedi Jamie. Gördün, ben panik oluyorum sonra. Seni nasıl sakinleştireceğimi bilmiyorum çünkü.

— Bu kez ağlamam, dedi Elen gülümseyerek.

— Tamam o zaman, dedi Jamie.

— En son evden ayrılmıştım. Gece gece nereye gideceğimi hiç düşünmemiştim ama ayrılırken. Çıktım gittim. O güne kadar kasabanın dışına da pek çıkmışlığım yoktu. Bir iki defa babamla çıkmıştım. Otobüse binip başka bir şehre gitmeye karar verdim en sonunda. Tabii o saatte başka bir şehre bilet bulamadım. Zaten haftada sadece iki gün şehre otobüs varmış. Bunu da orada öğrendim. Civar kasabalardan birine bilet bulabilmiştim ancak. Hiç düşünmeden yerimi ayırttım. Otobüs kalkıncaya kadar da bankların üzerinde oyalandım. Bu arada gecenin o saatinde bir kızın sokakta olmaması gerektiğini de çabuk anladım. Otobüs gelir gelmez de binen ilk ben oldum. Diğer kasabaya varınca bir otelde oda tuttum ve o geceyi başıma bir iş gelmeden atlattım. Ertesi gün hemen bir oda kiraladım kendime, çünkü otel dünyanın parası tutmuştu. Sonra da bir iş aramaya başladım. Bir gazetede iş buldum o gün. Gazete dağıtıcılığı. Çok para vermiyordu ama uzun süren bir iş değildi en azından. Sabah erkenden gidiyordum, baskıdan çıkan gazeteleri katlayıp dağıtıma çıkıyordum. Sonra işim bitiyordu. Birkaç gün böyle çalıştıktan sonra başka bir iş daha buldum. Bu arada yavaş yavaş da kasabalıyı tanımaya başlamıştım. Bunun da faydası oldu sanırım. Bir lokantada öğleden sonra akşam dokuza kadar garsonluk yapmaya başladım, yeri geldiğinde bulaşık da yıkadım. Gazetecilikten daha iyi kazanıyordum burada. Ama ikisine de devam ettim. Nasıl olsa başka yapacak bir şeyim yoktu. Bir düzen kurmuştum kendime sonunda. Tek başıma olduğum için de rahat yaşıyordum. Sonra bir gün Joseph’le tanıştım. Lokantaya yemek yemeğe gelmişti. Sonra her gün gelmeye başladı ve biz sevgili olduk. Bir gezgin olduğunu söyledi bana. Burada bir süre konaklayacaktı sadece ve bir gün gidecekti. İşte bu beni çok korkutmaya başlamıştı son zamanlarda. O zaman birlikte yaşamaya başlamıştık. Benim odamda kalıyordu ve ben tek kişilik odaya iki kişilik ücret ödüyordum. Çok fazla içiyordu ve kumar oynuyordu o. Bütün param ona ve onun eğlencelerine gitmeye başlamıştı. Sarhoşken çılgın bir adam oluyordu. En sonunda beni dövmeye başladı. Yorgunluktan sızıp kaldığında rahat bir nefes alabiliyordum ancak. Sabah uyandığında ise pişmanlıklar ve gözyaşları başlıyordu. Ağlıyordu, binlerce kez özür diliyordu. İnanıyordum ona. Affediyordum, sonra yine aynı şey.

En sonunda o kasabadan gitme kararı aldık. O değişecekti, her şey daha güzel olacaktı ve ilk vardığımız kasaba da evlenecektik. Ama ne olduysa ondan sonra oldu. Birdenbire benden bir şeyler gizlediğini düşünmeye başladım, bunu ona da söyledim ama beni paranoyaklıkla suçladı. Ama benden bir şeyler gizlediğinden emindim. Ama yine de onunla ayrıldım kasabadan. Ne güzel kurulu bir düzenim vardı, neden yaptıysam. Âşıktım. Komik geliyor şimdi.

Nerden bulduysa bir araba bulmuştu, sanırım kumar arkadaşlarından birinindi ve çok hızlı sürüyordu arabayı. Her zaman çok rahat olan o adam o gün çok fazla telaşlıydı. Bir gariplik olduğunu sezmiştim, içimde de bir sıkıntı vardı. Yine tartışmaya başladık. Sonra yolda polisler gördük. Joseph daha da telaşlandı. Arabayı durdurup kaçmayı düşündü o an herhalde. Ama arkadan da bir polis arabası geliyordu. Dur ihtarı yapıyorlardı, durduk. ‘Arama var.’’ dediler. Hiçbir şeyden haberim yoktu benim. Bagajda bir çanta dolusu uyuşturucu buldular. Tabii karakola götürdüler bizi. Beni bıraktılar. Ama o hapse girdi. Bir türlü inanamıyordum bu olaya. O benim sevgilimdi. Beş yıldır birlikte yaşıyorduk biz ve ben hiçbir şey anlamamıştım. Hiç aklıma gelmemişti böyle bir şey olacağı. Ama oldu, dedi gülümseyerek. Ve işte dün. Karakoldan çıktıktan sonra ne kadar yürüdüm, o şarabı ne zaman aldım hiç bilmiyorum. O kısmı hatırlayamıyorum. Sonra seninle karşılaştım işte. Yüzünü hatırlıyorum. Bana bir şeyler söylüyorsun. Sonra yine boşluk.

Derin bir nefes aldı ve yeniden konuşmaya başladı:

— İşte hepsi bu Jamie. Saçma sapan bir şey yüzünden evimden oldum ve sevgilimi de kaybettim dün. İşte böyle… Umarım seni sıkmamışımdır.

Gülümsemeye çalıştı Jamie.

— Sıkmadın da şey… Üzüldüm doğrusu. Henüz çok gençsin oysa.

- Hayatın insana ne yapacağı hiç belli olmuyor.

- Ama merak ettiğim bir şey var.

- Sor.

- Neden üzerinde o kırmızı elbise vardı ki? Yani o bir gece elbisesi değil mi?

- Ha, o mu? Evleneceğimiz için Joseph bir şölene gider gibi giyinmeliyiz demişti bana. Tabii ben de hiçbir şeyden şüphelenmedim yine. Ne safım. Beni kandırmayı çok iyi beceriyormuş.

- Anladım.








Jamie ve Elen iyice alışmışlardı birbirlerine. En sonunda sevgili oldular. Ve Elen, baş başa bir yemek yemek istedi bir gece. Sanki Mary geri gelmişti. Çok mutluydu. Elen de öyle görünüyordu. Ona Mary’miş gibi davranması bazen onu korkutuyordu aslında ama bu elinde değildi. Çok anlayışlı davranmıştı onunla ilişkisini anlattığında da. Yine de onu üzmekten çok korkuyordu. O gece yeni bir başlangıç yapacaktı o yemekte. Mary ölmüştü. Yanındaki kadın Elen’di ve onunla sevgiliydi. Bu gece muhteşem olacaktı.




‘Rain Sound.’ Elen ismini çok severdi bu barın. Yağmur sesi. Ama Barlar Sokağı’nın en lüks barıydı. Herkes giremezdi oraya. Şehrin en zenginlerinin gittiği yerdi. Jamie her ne kadar buraların tek kitapçısı olsa da oraya gidebilecek pek parası olmazdı. O hep orta sınıf bir bara giderdi. Ama Elen çok istemişti oraya gitmeyi. Jamie’nin içinde büyük bir sıkıntı olmasına rağmen kıramamıştı onu.

- Hayatım, haydi biraz acele et. Bak, saat kaç oldu!

- Geldim geldim. Niye bu kadar acele ediyorsun ki? Hiç anlamıyorum seni doğrusu.

- Bu gece bir an önce bitsin istiyorum çünkü. İçimde bir sıkıntı var. Sanki biri içimi buruyor.

- Yine kurmaya başladın Jamie. Sakin ol lütfen. Güzel bir gece olacak bu. Göreceksin.

- Göreceğim.

- Göreceğiz.

Elen merdivenlerin başında göründüğünde Jamie bahçe kapısının önünde elleri ceplerinde bir aşağı bir yukarı yürümekteydi. Üzerinde siyah bir smokin vardı. Bunu giymeyi hiç sevmezdi, o rahat giysilere alışık bir adamdı. Bir kazak ve bir pantolon, hepsi bu. Ama böyle özel günler içinde hep temiz tutardı bu giysiyi. Yılda bir kez de giymek zorunda kalırdı.

Ayak seslerini duyunca başını merdivenlerden yukarı doğru çevirdi Jamie.

— Aman Tanrım! Diye küçük bir çığlık attı kendini

tutamayarak. Elen o kadar güzel görünüyordu ki o anda. Tanıştıkları gün de aynı kırmızı elbise vardı üzerinde. Ama o gün bu kadar güzel gözükmemişti gözüne. Makyajı akmış, ıslak bir kızdı gördüğü sadece. Hatta bu giysinin ona yakışmadığını bile düşünmüştü Jamie. ‘Kadınlar niye kendine yakışmayan bir giysiyi giymekte ısrar ederler ki?!’ diye düşündüğünü hatırlıyordu Jamie. O günden sonra da hiç giymemişti bu giysiyi. Varlığını bile unutmuştu onun. Ama bugün o kadar güzeldi ki… Büyülenmiş gibi bakıyordu Elen’e. O simsiyah saçlarını sarmıştı bugün. Uçları dalgalı dalgalıydı. Oysa her zaman hippiler gibi dümdüz tarardı. Merdivenlerden aşağı inerken saçları rüzgârda uçuşuyordu. Yüzüne hafif bir makyaj yapmıştı. Dudakları ışıl ışıldı ve çok güzel parlıyordu. Üzerine omuzlarının ancak yarısını örtebilen bir şal almıştı Elen. Elbise incecik ip askılıydı ve göğüslerini tam sarıyor, belinde daralıyor ve aşağı doğru da kalçalarını hafifçe sararak dizlerine doğru salınıyordu. Dizlerinin hemen altında da sona eriyordu. Ayağında –yine- kırmızı ince topuklu bir ayakkabı vardı. Bu ayakkabılar onu hem uzun hem de biraz zayıf göstermişti. Ayakkabıların topukları o kadar inceydi ki üzerindeki ayaklar zayıf ve narin olmasalar kırılacak gibi duruyordu. Ama Elen’in ayak bilekleri çok narindi. Asla kötü durmamıştı bu ayakkabı onun ayağında.

- Çok güzel görünüyorsun, dedi Jamie yutkunarak.

Elen küçük bir kız çocuğu gibi kıkırdadı önce:

- Sen de çok şık olmuşsun, dedi sonra.

- Gidelim mi? dedi Jamie kolunu uzatırken.

- Gidelim hayatım, dedi Elen yavaşça Jamie’nin koluna girerken.

İkisi de çok mutlu görünüyorlardı.

Rain Sound, Barlar Sokağı’nın en sonundaydı. Jamie’nin evi ise Barlar Sokağı’nın sonundaki meydanın en sonundaydı. Uzak değildi ama onlar bu anın tadını çıkarırcasına ağır ağır ilerliyorlardı.


Bara varıncaya kadar bir daha hiç konuşmadılar. İkisi de çok heyecanlıydı aslında. Jamie belli etmeden arada bakıyordu Elen’e. Sanki onu ilk kez görür gibiydi, sanki onca zamandır sevgili değillermiş gibi… Elen hem onu izlediğinin farkında değilmiş gibi hem de her şeyin farkındaymış gibi duruyordu. Aklından ne geçirdiğini kestirebilmek ise olanaksız görünüyordu.


Barın kapısına geldiklerinde kapıdaki adama doğru bakarak:

- Selam Jack, dedi Jamie. Zira burada tüm korumalara böyle seslenirlerdi insanlar. Adları ne olursa olsun…

Jack tepki vermedi. Alışıktı buna. Neredeyse kendi adını bile unutmak üzereydi zaten. Burada çalışmaya başlayalı öyle uzun zaman olmuştu ki… Şu Jamie’nin bile çocukluğunu, ergenlik çağını bilirdi. O yüzden artık kendi adını söyleme gereği bile duymuyordu.

Geçtiler gittiler önünden. Elen ne kadar da güzel olmuştu bu gece… Bu Jamie şanlı adamdı doğrusu.



İçeri girdiklerinde etrafta boş bir masa aradılar kendilerine. Jamie sakince bir yer olması için her yere iyicene bakınıyordu. Zira içindeki sıkıntı hâlâ geçmemişti. ‘Ne olurdu ne olmaz, belki kavga falan çıkar, bizim bulaşmamamız lazım.’’ diye düşündü. En sonunda köşedeki masayı karar kıldı kendince. Elen de onaylayınca oraya yöneldiler hemen. Sandalyesini Jamie tuttu Elen’in.

Yüzünde çok hoş bir gülümseme belirdi Jamie bunu yaparken.

- Bayım! Bu gece çok kibarsınız, diye takılmadan edemedi Jamie.

Jamie:

- Sizin gibi güzel bir bayana bütün bunlar az bile, dedi Jamie küçük bir tebessümle.

Oturduklarında gençten bir garson yaklaştı masalarına:

- Hoş geldiniz efendim. Ne alırdınız? Diye sordu olabildiğince kibar görünmeye çalışarak. Dişlerini sıkıyordu ama konuşurken. Tüm bunlardan sıkıldığı o kadar belliydi ki… Jamie aklındaki tüm kötü düşünce ve tahminleri kovuşturdu kafasından. Elen’e doğru eğilerek:

- Ne içmek istersin tatlım? Dedi

- Şarap… Kırmızı şarap içmek istiyorum bu gece, dedi Elen.

- İki kırmızı şarap o zaman, dedi Jamie.

Gevşemeye başlamıştı. Şimdiye kadar bir şey de olmamıştı. İçindeki sıkıntı geçmemişti ama herhangi bir olay olacağa da benzemiyordu. Ortalık anormal derecede sakindi. Hem ne olabilirdi ki?! Kendini Elen’e bırakmaya karar verdi. Bu gece güzel olacaktı.

Bütün gece gözleri birbirinden ayrılmadı ikisinin de. Birbirlerine kenetlenmişlerdi adeta. Çok mutlu görünüyorlardı. Kâh şakalaşıyorlar kâh sarmaş dolaş dans ediyorlardı. Gecenin sonuna doğru Elen iyice sarhoş olmuştu. Sürekli gülüp duruyordu. Çok değildi içtiği ama o bir kadehte bile sarhoş olabilirdi. ‘Niye dikkat etmedim ki sanki?’’ diye kızdı kendi kendine Jamie.

Yandaki masayla ilgilenen garson giderken seslendi ona. Hesabı istedi. Garson gelinceye kadar da Elen’i hazırlamaya çalıştı. Ama öyle sarhoştu ki Jamie’nin ne yaptığını anlamıyor, ya ona direniyor ya onunla şakalaşıyordu.

Hesabı ödeyip güç bela dışarı çıkardı Elen’i. Gerçekten çok sarhoştu. Onu zapt etmekte zorlanıyordu Jamie. ‘Ah, bir eve varabilsek!’’ diye geçirdi içinden. Bir ara dinlenmek için durduklarında Elen sıyrıldı Jamie’nin elinden. Koşmaya başladı önce. Sonra durdu yolun orta yerinde. Ve dönmeye başlamıştı. Yüzünü aya çevirmişti. Gülüyordu, kahkahalarla gülüyordu. Jamie olduğu yerden onu izliyordu, sonra bir saniyeliğine gözlerini kapadı. ‘Dur artık Elen…’’ diye geçirdi içinden. Ve korkunç bir gürültüyle gözlerini açtı. Elen…

Elen yerde boylu boyunca yatıyordu. Kolu yana doğru kaymış, yüzü toprağa dayalı, eteği hafifçe yukarı kaymış… Başını çevirdiğinde Jamie uzaklaşan bir araba gördü sadece. Ne ara olmuştu bu anlayamamıştı bir türlü. Sadece gözünü kapayıp açmıştı ve o adam Elen’e çarpıp kaçmıştı. Elen orada öylece yatıyordu.

Gürültüyü duyan insanlar Elen’in etrafına toplanmaya başladılar. Jamie olan biteni hala izlemekle yetiniyordu. Kıpırdayamıyordu bir türlü yerinden. Şimdi Elen’in başı o kadar kalabalıklaşmıştı ki onu ancak insanların bacak aralarından görebiliyordu. Yarım yarım… Bir ara bir dalgalanma oldu kalabalığın arasında. Biri ambulans çağırmıştı. Gelen ambulansa yol açabilmek için geri geçiliyorlardı. Ancak o zaman görebildi Jamie, Elen’in yüzünü. Yüzü Jamie’e dönüktü. Gözlerini ona dikmişti. Dudaklarındaki o güzel gülümseme hâlâ duruyordu. Ama farklı bir şey vardı. Dudağının kenarından bir şey sızıyordu. Kan... Kırmızı… Alabildiğine kırmızı…

Elen’in sedyeye konuluşunu hiç kıpırdamadan seyretti Jamie. O kelimeyi duyuncaya kadar da kıpırdamadı yerinden. Gözünü bile kırpmadı.

‘Ölmüş…’’ dedi adamın biri. Ölmüş. Ölmüş. Ölmüş. ÖLMÜŞ…

Kendine geldi birden Jamie. Ambulans kalkmak üzereyken atladı ambulansın arkasına.

Ağlıyordu.

- Elen, Elen … Aç gözlerini bebeğim. Hadi, aç gözlerini…

Yanındaki görevli omzuna elini koydu o hıçkırıklara boğulurken. Sayıklamaya dönüşmüştü söyledikleri. Artık anlaşılmıyordu.

- Evlat, o öldü. Yapacak pek bir şey yok aslında. Resmi prosedürler yapılır ancak. İfade falan verirsin sende.

- Elen … diye inledi Jamie.

Bundan sonrasını da çok fazla hatırlamıyordu zaten. İfadesini almışlardı ama ne söylediğini bile hatırlamıyordu. Sayıklıyordu. Ağlıyor, bağırıyor bazen de gülüyordu. Kriz geçiriyordu. Doktorlar ona bir sakinleştirici iğne yapmak istediklerini söyledikler. Kabul etmemişti. Hiçbir şeyi kabul etmiyordu zira. Bunu nasıl kabullenebilirdi ki? Bu nasıl kabullenilirdi?

Doktorlar iğneyi yaptıklarında hâlâ adını sayıklıyordu onun. Zor oldu uykuya dalması. Sabah uyandığında nerede olduğunu anlayınca bir çığlık koptu yüreğinin ta en derininden. Hatırlamıştı. Hepsini.

- Elen…



Elif Ayvaz