Ayrılığın kokusu gelip karışınca tenine acı sonlar kaçınılmaz oluyor-muş. Kimseye kulak asmadan yürüdüğün o yolda yapayalnız olduğunu fark ediyormuşsun pat diye. Öyle ani öyle sert oluyormuş ki bu, sıcağı sıcağına o acıyı fark edemiyormuşsun. Zaman geçtikçe –hani ilaçtı(!)- çıkıyormuş acısı. Kanın kendi kendini zehirlemeye başlıyormuş sonra. Kendi sonumuzu kendimiz yazıp, kendimiz oynuyormuşuz. Kalbimizde yaralar açıp sonra onu sarıp sarmalayan da kendimizmişiz meğer.
-Öğrendim.-
Öyle çok şey öğrendim ki ben bu yolda şu sınırlı zamanda. Öyle çok kandırdım ki kendimi, öyle çok acıttım ki canımı anlatsam sana katıla katıla gülersin karşımda.
Sadece sığındığım o kovuktan ayrılmak zorunda kaldığım için mutsuzum şimdi. Evimdi orası benim. Sığınağımdı. En çok sevdiğim şeydi başımı omzunla boynum arasındaki o büyülü dünyaya gömmek. Oranın çocuğuydum ben. Hiç mi üzülmedin evimden ederken beni? Bir çocuğu evsiz barksız bıraktığına hiç mi üzülmedin?
…
Bu arada ben iyiyim. Aşk kusuyorum bir süredir. Mideme oturmuş nedense. Oysa sindirdiğimi sanmıştım. Yalanmış.
…
Evet, seni neden sevdiğimi bilmiyorum.
…
Karınca da gider bazen!...
21 Haziran 2010
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder